ANLATILASI HİKAYALER, OKUNULASI YAZILAR
-
Durdu Güneş hocamız bugün bunları yazmış.
DÜŞÜNECEĞİZ “ARAMIZA DAĞLAR SIRALANSA DA”
Sosyal medyada Prof.Dr. Niyazi Kahveci’nin çağdaş düşünce üzerine yaptığı konuşmalardan oluşan bir videosu dolaşıyor. Kahveci, düşünme üzerine ilginç tespitlerde bulunuyor. Düşünmeyi ikiye ayırıyor. Animal düşünme yani hayvani düşünme, beşeri düşünme yani insani düşünme. İnsani düşünme olan sistematik, felsefi düşünmeyi beceremediğimiz için geri kaldığımızı, animal düşünmenin sonucunda toplumda sürekli şiddetin, kavganın, düşmanlığın, hak yemenin varolduğunu söylüyor.
Ben de bunun üzerine “Toplum olarak beşeri, felsefi, sitematik düşünmemizin önündeki engeller nelerdir?” diye düşündüm. Tespitlerimden bazılarını paylaşmak istedim:
1- Düşünmeyi engelleyici klişe sözlerimiz var. Bilinçaltında bu sözler düşünmemize ket vurur. “Düşün düşün b.ktor işin.” Yeni bir fikir ileri sürdüğünüzde; “Başımıza icat çıkarma” “Eski köye yeni adet getirme” derler. Düşünmeyi öne çıkaran bir cümle kullanıldığınızda “Felsefe yapma” derler. Bizler ki derslerinde çalışkan olana inek, umumhaneye ise mektep diyen bir toplumuz. Bizler ki, Bakırköy Akıl Hastanesinin bahçesine düşünen adam heykeli koymuşuz. Sanki “düşünmenin sonu deliliktir” der gibi. Halk arasında bile fazla düşünene “düşüne düşüne kafayı sıyırdı” derler. Bizler ki mahalledeki delileri evliya olarak görür, saygı gösteririz. Çok okuyan ve düşünen insandan da sakınırız, korkarız. Hatta zarar vermesin diye hapse bile atarız.
2- Toplum olarak aşırı bir kutsallaştırma huyumuz var. Tarihi, kişileri, mekanları, fikirleri kutsallaştırırız. Kutsallaştırmak düşünmemeyii sadece inanmayı ve tabi olmayı gerektirir. Kişiler kutsallaştırılınca artık onu sorgulayamazsın, her söylediğini her dediğini doğru olarak algılarsın. Akıl ve zekanın fonsiyonları çalışmaz olur. Geçmişteki zaman dilimlerini kutsallaştığınızda hataları göremezsiniz ve yaşadığınız çağa taşırsınız. Günün gelişmiş, aklınını, bilimini, düşünme biçimini kullanmazsınız. Beyin güncellenmemiş ve geride kalmış bir programla çalışır. Çağı algılayamazsınız.
3- Toplumda hukuk düzeni yerleşmemişse düşünmek büyük bir risk taşır. Kişiler hukuk düzeninin yerleşmediği yerde öncelikle biyolojik varlıklarını sürdürmek için çaba gösterirler. Bunun yolu hakkın, doğrunun, düşünmenin değil, güçlünün yanında yer almaktır. Bu durum toplumda ciddi bir dalkavuk kültürünün oluşmasına yol açar. Hukuk düzeninin olmadığı yerde dalkavukça davranmak içgüdüsel bir korunma biçimidir ve kaçınılmaz. Dalkavuk kültürü düşünmemeyi, edilgin olmayı, güçlünün iradesini esas almayı ve alkışlamayı beraberinde getirir. Ancak güçlü bir hukuk düzeniyle insanların onurlu, erdemli, kendi iradesine dayanan, düşünen, muhakeme eden bir kişilik taşıması mümkün olur.
-
Muhafazakar bir yaşama biçimi alışılan bir hayatın dışına çıkmamaktır. Alışkanlıklar bizim hayatımızı kolaylaştırır ama gelişmemizi durdurur. Alışılmışın güvenirliğinden dışarı çıkamayan kişi veya toplum düşünmekten kaçınır. Düşünmek alışılmış duvarları aşmak demektir. Bu ise belirsizliğe, belirsizlik ise kaygıya yol açar. Kişiler zor olan yolu tercih etmekten ziyade konforlu alışılmış durumdan çıkmak istemezler. Zihinsel tembelliğin ve riskten kaçmanın yolu düşünmemektir. Kişiler düşünmemenin doğrudan zararını görmüyorsa, partizanlık, mezhepçilik, bölgecilik gibi zeka ve yetenek gerektirmeyen nedenlerle hak yiyor, menfaat elde ediyorsa ve bunun hesabı sorulmuyorsa düşünmeye gerek yoktur. Düşünmek bu tür kültürün olduğu yerde yeşermez, kurur.
-
Eğitim sisteminde, kişilerin zekası, muhakemesi, hayal gücü aktive olmuyorsa, sadece hafızaya yönelik ansiklopedik bilgiler veriliyorsa orada düşünme olmaz. Bu tür eğitimden insan şeklinde papağanlar çıkar. Kişiler veriden bilgi, bilgiden, fikir, fikirden hayal gücü üretemiyorsa verilen eğitim düşünmeyi ortadan kaldırıyor demektir. Mark Twain “Ben zeki bir çocuk olarak doğdum ama beni okul mahvetti.” Der. Test tekniği adı altında yapılan ölçme ve değerlendirme; zeki kişileri, üretken ve yaratıcı kişileri değil, ezberci kişileri başarılı gösterir. Oysa bu kişiler düşünmeyi alışkanlık haline getiren kişiler değildir. Test tekniği düşünmekten ziyade içgüdüsel hafıza yardımıyla ansiklopedik bilgileri ezberleyenleri öne çıkarmaktadır. Hayat bize ezberlediğimiz yerlerden soru sormaz. Hayatı kolaylaştırmak, hayatı geliştirmek ve hayatın yeni problemlerine çözüm üretmek, ancak düşünerek mümkündür. Bir siyasimizin dediği gibi “Dünkü güneşle bu günkü çamaşırı kurutamazsınız.”Zaman değişiyorsa düşünmemizde değişecek ve yenilenecektir.
-
Bilgisayarın hayatımıza girmesi birçok işimizi kolaylaştırmasına karşın düşünmeyi olumsuz etkilemektedir. Kişiler bir sorun olduğunda hemen arama motorlarından hazır cevaplar aramaktadır. Düşünmeyi biz gerçekleştiririz. Bilgisayarların zeka yaşı sıfırdır. Onlar sadece bize hazır bilgi veya veri sunar. Çağımızda sanki her türlü sorunun çözümü internette varmış duygusu bizi düşünmekten alıkoymaktadır. Bunun farkına varmalıyız. Kitap okuma, düşünme ve fikir üretmenin yerine bilgisayarı ikame etmemeliyiz.
-
Düşünmenin engellerinden biri de düşünmedeki mantık kurallarını bilmemektir. Kişiler bir şeyi tanımlarken halen Aristo mantığını kullanıyorsa yani bir şeyi siyah-beyaz, iyi- kötü gibi kategorik düşünüyorsa ayrıntıyı algılayamıyorsa, doğru düşünemez. Paradoksal düşünebilmeli iyiyle kötünün, siyahla beyazın arasında kalan bütün ara tonlarını hesap edebilmelidir. Burada düşünmenin önündeki engel olarak dilin de sınırlayıcılığı devreye girmektedir. Kavramı oluşmayan bir durumu, olguyu anlayamayız, üzerinde düşünmemiz zordur. Ancak kişiler mantık, felsefe, dilbilimi okuyarak düşünmenin doğru yollarını öğrenebilir. Sadece atasözleriyle, menkibelerle, hikayelerle oluşturulan düşünme biçimlerinde yanlış yargıların, kalıpların, olması muhtemeldir. Atasözleri, menkibeler düşünülmeden alınıp kullanıldığında önyargı oluşturur. Önyargılar düşünmenin önünde ciddi bir engeldir.
Düşünmenin önünde daha bir çok engel bulunur. Eğer düşünmenin önündeki engelleri kaldırmazsak düşünemeyiz, daha doğru deyimle beşeri düşünme dediğimiz insanca düşünemeyiz. Düşünmenin önündeki engelleri kaldırmalıyız. Sebepler ortadan kalkmadıkça sonuçlar ortadan kalkmaz. Düşünmeden insan olamayız, düşünmeden ilerleyemeyiz, düşünmeden onurlu, erdemli ve kaliteli bir hayatı yakalayamayız.
-
-
Herkesin Düşüncesi
Düşünce dünyasının bazı ifadeleri, hatta bütün ünlü ifadeleri bir belagat örneği oldukları için kolayca yaygınlaşırlar. Bu kolay yaygınlık onların düşünmeye fazla zaman ayırmayan “ahali” tarafından doğru kabul edilmelerine yol açar. Aslına bakarsanız ahalinin doğruyla yanlışla pek alıp veremediği de yoktur. Ahalinin ilk bildiği şey herkes gibi hayatını yürütmek, herkes gibi bu hayattan çekip gitmektir. Hayatın doğru yürüyüp yürümediği bu ahalinin düzenine ayak uyduramayan insanların ilgilendikleri konudur. Hepimiz zorluk karşısında kalan sıradan birçok kişinin kolayca filozof kesildiğini görmüşüzdür. Gerçekten filozof olan insanlar ise bütün insanların karşısında duran, ama herkesin göremediği büyük zorluğu göğüsleyen kişilerdir. İşte bu kişilerin bazı beliğ ifadeleri dünya ölçüsünde yaygınlık kazanır bazan. Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” sözü bunlardan biridir. Ahali bu sözü şakalarında kullanır, sudan sebeplerle kolayca zikreder ama ne düşünmek ne de varolmak bu sözü kolayca kullanıveren birçok insanın umurunda değildir. Bir sözün bize ne söylediğini anlamaya çalıştığımız zaman düşünmeye başlamış sayılırız. Gerçek düşünme budur. Oysa ahali, yani insanların çoğunluğu sadece bir güçlükle karşılaştığı zaman düşünür. Onun düşünme olarak bildiği şey bir zorluğu atlatmanın yollarının bulmak için kafasını çalıştırmaktır. Ahaliden kişiler sadece kendi başlarına bir bela gelince düşünürler. Yalnız kendi canları yandığı zaman haykırırlar, yalnız kendileri zarara uğradıklarında harekete geçerler. Bütün insanların, bir milletin başına gelen belayı düşünmek, insanlığın, toplumun kanayan yarasını görmek, insanlar için insanlardan önce yola çıkmak sadece bilginlerin, sanatçıların, düşünce ve aksiyon erlerinin payına düşmüştür. Filozoflar da bunlar arasındadır.
Sanmayın ki insanlığın kurtuluş umudu filozofların, sanatçıların, düşünce ve eylem adamlarının veya bilginlerin ele aldıkları meselelerde veya getirmeye çalıştıkları çözüm yollarındadır. Hayır, bu insanların değerli çabalarıyla bu çabaların isabeti arasında bir münasebet yoktur. Esasen birbirini kolaylıkla nakzeden, birinin yaptığı ile diğerinin bambaşka şekil aldığı bütün bu düşünce ve eylem erleri bütün üstünlüklerini ahaliden biri olmaya borçludurlar. Ahaliden biri olmak, yani avam sayılmak günlük hayatını olduğu kadar bütün insan ilişkilerini yerinde ve uygun kabul etmek kendini bu akış içinde rahat hissetmek veya rahat hissetmeye çabalamaktır. Düşünce adamları ve sanatçılar kendilerini akıntıya gönül rahatlığı içinde bırakmadıkları için ahaliden, avamdan ayrılırlar. Onlar olup bitenlerin mahiyeti hakkında bir kesinliğe varmaya çabalamaktadırlar. Bu çabalarını da eserleri olarak diğer insanlara yansıtırlar. Sanat, düşünce ve bilim eserlerinin insanlığın acılarına bir çare olup olmadığı ciddi bir sorundur. Bence bu eserler istifade edilebilir olmakla birlikte “çare” ve “çıkış yolu” olarak hiçbir değeri bünyelerinde taşımazlar. Düşünce ve sanat eserleri yoluyla insanlığın acılarını tanımak zorluklardan haberdar edilme imkanına sahip oluruz. Böylece avami düşünce tarzını, ahalinin konformist tutumunu geride bırakırız. Herkesle birlikte bulunmakla birlikte, herkesten biri olma mecburiyeti taşımadığımızı anlarız. Yani her kim söylenen sözün özünü kavramaya çalışır, verilen değer yargılarının isabetli olup olmadığını tartar, yaşanılan hayatın, insan ilişkilerinin haklı olup olmadığını sorgulamaya başlarsa o kimse artık avamdan biri olmaktan yavaş yavaş çıkacaktır. Ahaliyi meydana getiren “sürü”nün sürüklenen bir birimi durumundan çıkacaktır. Ancak bu yükselişin bir ön şartı var: Meselelerin hakikatine ulaşma çabası gösteren kişi artık başının çaresine paçasını kurtarmak üzere değil, zatını, özünü, kendi özünün bağlı olduğu öz bütününü korumak üzere bakan kişidir. Bilgiyi dönen çarkın uygun yerine yerleşmek için öğrenen kişi öğreniminde hangi yüksek seviyeyi tututurmuş olursa olsun, hangi makamı işgal ederse etsin sıradan, avami bir kişidir ve diğerleriyle birlikte sürüklenmektedir.
Öyleyse sözlerin bize ne söylediklerini anlamaya çalışmak, bu söylenenlerin bizim hakikatimizi ifade edip etmediğini bilmeye yönelmek düşünmenin ilk adımı olduğu gibi, sürüyle sürüklenmekten kurtuluşun da ilk işaretidir.
İsmet Özel
-
Narcissus ile Echo
Bir zamanlar Olimpos'ta, görenlerin dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamadıkları, güzeller güzeli Echo adında bir su perisi yaşarmış. Ama o dillere destan güzelliğine gölge düşüren bir kusuru varmış! Ne zaman konuşmaya başlasa, susmak bilmezmiş. Bu gevezeliği Tanrı Zeus'un karısı Tanrıça Hera'nın bile sabrını taşırmış ve sonunda ona susması için bir büyü yapmış. O artık ormanın derinliklerinde, günlerini sadece başkalarının en son söyledikleri sözleri tekrar ederek geçirecekmiş.
Bir gün Echo’nun yaşadığı ormana genç kızların hayallerini süsleyen, güçlü, yakışıklı Narcissus gelmiş. Echo görünce Narkissos'u gönlünü arzu sarmış ve ona sevdalanmış! Narcissus ondan habersiz ilerlerken, Echo aşkından yanıp tutuşarak onu izlemiş. Nihayet Narcissus onu hissedip bağırmış;
“Orada kim var?” diye. Echo, “Var,” diye cevap vermiş.
Ardından Narkissus “Çık ortaya,” demiş ve Echo da “Ortaya,” deyip saklandığı yerden çıkıvermiş. Karşılıklı bir süre böyle devam etmişler. Ama Narcissus, konuşmanın böyle sürüp gitmesinden sıkılıp, Echo’yu oracıkta bırakıp gidivermiş. Echo sevdiği adama hiçbir zaman kavuşamayacağını öğrenmiş olmanın verdiği acıyla, günlerce ağlamış, ağlamış, ağlamış…
Gözyaşları içinde “O da sevsin dilerim Tanrım, sevsin de kavuşamasın derim Tanrım!” diye beddualar etmiş. Nihayet Narcissus'un bu denli kibirli olmasına öfkelenen Olympos'un tanrıları onu duymuş! Ve hemen ceza olarak Narcissus'u kendi görüntüsüne âşık olmaya mahkûm etmiş.
“Berrak bir pınar vardı ormanın derinliklerinde; ona ulaşan ne bir çoban, ne bir sürü, ne vahşi bir hayvan, ne ağaçtan düşen bir dal ve ne de tek bir kuş bile yoktu onun sükûnunu bozan.
Bir yaz günü, yine ormanda avlanırken Narcissus, bu pınarı gördü birden. Uzandı kıyısına ve başını uzattı pınara susuzluğunu giderirken. Ve birden sudaki aksini görüp, donakaldı hayretten! Suda, muhteşem güzel biri vardı kımıldamaksızın kendine bakan, içindeki ateşi tutuşturan, onu aşkla coşturan ve kendini arzulatan. Ama dokunmak için ellerini suya her daldırdığında, suda hareler oluşturup, onu görünmez yapan.”
Narcissus artık yemeden içmeden kesilmiş, günlerce sadece kendi aksine hayran hayran bakarak, ona dokunmaya çalışmış. Sonunda dayanamamış bedeni, yorgun başını çayırlığa dayamış ve ölüm kendi güzelliğine hayran gözlerini kapayıvermiş…
Narcissus’un ölümünü haber alanlar çok dövünmüş, onu yakarak gök tanrılara ulaştırmak için kocaman bir odun yığını ve meşaleler hazırlamış. Ama o da ne, ne kadar aradıysalar da bedeni hiçbir yerde bulunamamış. Birden fark edilmiş ki, onun öldüğü yerde daha önce hiç görmedikleri, sarı göbeğini beyaz yaprakların kucakladığı mis kokulu bir çiçek açmış. Ve bu çiçeğe onun anısına Narkissos (Nergis) adı verilmiş.
İşte o gün bugündür Echo aşkından dağlarda gezermiş. Dağlarda dolaşanlar bağırdığında, hemen onları duyup son söyledikleri kelimeyi tekrar edermiş…
-
Sosyolog Simmel, “modanın zafer anı, aynı zamanda ölüm anıdır” der. Bir ürün toplumun tüm kesimlerine ulaştığında artık yok edilmelidir ki yeni ürünlerin önü açılsın.
Hiçbir şirket on sene kullanılan telefon veya beş sene giyilen tişört üretmek istemez. Daimi tüketim kapitalizmin ibadetidir.
Simmel’in bu muhteşem tespiti aşk ilişkilerinde de geçerlidir. Birlikte olduğunuz kişinin gözünde önce “moda” olursunuz.
Sevgiliniz sizi saatlerce sıkılmadan dinler, entelektüel birikimlerinizden yararlanır, sırlarınızı ve zayıf noktalarınızı öğrenir, benliğinizi keşfetmeye çalışır.
Aylar geçince doğal olarak “demode” olmaya başlarsınız. Bu durumun cinsiyetle veya karakterle ilgisi yoktur. İnsan doğası böyledir.
Çılgınlık ve aykırılıklarla başlayan ilişkiniz; evden çıkmaya bile üşendiğiniz, “imdb 7+ filmler” araması yaptığınız sıkıcı akşamlara mahkum olur.
Buna “aşkımız bitti, bari sevgimize sahip çıkalım” evresi de denebilir. Son derece doğal ve sağlıklı bir süreçtir bu.
Sükuneti korumak ve itidalli olmak lazımdır.
Lakin, kapitalizm uzun ilişkilerden nefret eder.
Çünkü yıllarca flört eden çiftler, birbirlerine pahalı hediyeler almazlar. Gösterişten uzak durur, evlilik yolunda makul adımlar atmaya başlarlar.
Bütçe hesabı yapmakta ve banka hesaplarını açıkça paylaşmakta beis görmezler. İşte bu durum tüketim kültürünün işine gelmez.
Eğlence ve giyim sektörünün devleşmesi için sürekli partner değiştirmeli, imajınızı taze tutmalı ve en iyi partnere sek sek oynayarak ulaşmaya çabalamalısınız.
İyinin daha iyisi her zaman bulunabileceği için, ilişkiniz varken dahi gözlerinizi açık tutmalı, amiyane tabirle “yedekleme sistemini” devreye sokmalısınız.
Materyalist aşk ve dizilerde hipergerçeklik
İşte Instagram, Facebook, Snapchat gibi web siteleri tam da bu amaç için kuruldu. Bizleri narsist yapmak için. Bizimkinden daha parlak hayatları gece gündüz röntgenlememiz için.
Ya bu imaj rekabetinin lideri olmamız ya da pes edip sessizce bunalıma girmemiz için. Günde yetmiş iki tane özçekim paylaşan, artık yüzünü görmekten usandığım narsist kadın arkadaşım… Bu sözlerim biraz da sana. Egonu sanal beğenilerle beslemekten vazgeç lütfen.
Materyalist aşk ve dizilerde hipergerçeklik
Kapitalizmin icat ettiği, görselliğe ve maddiyata dayanan “materyalist aşk”, bilinçaltımıza işledi bile. Entrika dolu tüm o aşk dizileri, Baudrillard’in “hipergerçeklik” adını verdiği bir yanılsama yarattı.
Bu diziler, plazada çalışan beyaz yakalıların aşklarını anlatıyor. Yakışıklı ve güzel karakterler döne dolaşa birbirlerini ayartıyor. Kimse toplu taşıma aracı kullanmıyor, herkesin arabası son model ve tertemiz.
Şişman, çirkin veya bakımsız birey yok denecek kadar az. İşte bu imgeler gerçeğin yerine geçmiş durumda. Zira dizi ve filmler gerçeği yansıtmıyor, aksine yeniden üreterek “çıtayı Allahuekber dağlarına çıkarıyor.”
Madem evimizde ve cebimizde bu teknolojiler var, hepsinden yararlanacağız elbette. Toplum evrimini en rasyonel biçimde sürdürecek. İtirazım yok.Facebook/Geleceğin Mimarları Öğretmenler.Fakat şunu bilelim ki hepimiz bir başkası için demodeyiz. Hiç kimse ve hiçbir şey daima zirvede kalamaz. Öyleyse hayatın anlamı zirvede değil, daha aşağılarda, belki de yerin bilmem kaç metre dibinde.
Tam da bu yüzden acı ve keder olgunlaştırıyor. İmajın ve ambalajın anlamını yitirdiği, sevdiğin insanla sıkıcı bir akşam sıkıcı bir film izlemenin kıymetinin anlaşıldığı, o yalnız ve leş çukurlar… Sanırım anlam orada. -
babamla annem bir gün beraber yemek yapıyorlar. çok şaşırdım tabi. normalde babam anneme hayatta yardım etmez. bir baktım ki yemek ıspanak ve ben ıspanaktan nefret ederim. 'kırk yılın başı beraber yemek yapıyorsunuz bari düzgün bir şey yapsaydınız' dedim. babam da 'biz annenle yan yana gelince düzgün bir şey yapamıyoruz. baksana seni yaptık.' dedi. 8-0 biten liverpool maçı sonrası röportaj yapan ibrahim üzülmez ifadesiyle mutfaktan ayrıldım.
bu da öyle bir anımdır. diğerleri gibi entel dantel değil ama idare edin işte. bence çok anlatılası bir hikaye. -
Sidi Muhammed Buzidi Hazretleri anlatıyor: "Bir gece vaki olan bir inme sebebiyle bir elimi hareket ettiremez oldum. Hareket edebilen elimle felçli olanı tuttum. Bana öyle geldi ki, hissetmediğim elim sanki başkasının elidir. Felçli olan kendisini tutan eli hissetmiyordu. Evdekilerden ışığı yakmalarını istedim. Işık yandığında, sağlıklı elimin inmeli elimi tuttuğunu görünce, şunu düşündüm: İşte bu, Rabbiyle birlikte olduğu halde, onu tanımayan, onun varlığını yanında hissetmeyen kimsenin halidir."
Bu menkıbenin bize doğrudan söylediği şeylerden biri, bir arifin, felç esnasında bile "mevzuunu" kaybetmemesi,felcin bile kendisini esas meşguliyetinden alıkoymamasıdır. Felç olmuştur ve onun bu durumun dehşetiyle baş etmesi beklenirken, o yine de kendisiyle Allah arasındaki münasebetin kıvamıyla meşguliyetini sürdürmektedir.
Arifin durumu da dahininkinden farklı değil....Hemen Yunus Emre'mizin "dertli dolap"ını hatırlayalım. Muhtemeldir ki Yunus Emre, bir zamanlar Anadolu'da çokça rastlanan su dolaplarından biriyle karşılaşınca, onun dönerken çıkardığı sesin bir tür inleme olduğunu, böylece dolabın da bir tür dert sahibi olduğunu "görmüştür". Bu özel bir görme biçimidir. Ve aslında o her nereye bakıyor olursa olsun kendisini görmektedir:
"Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir uslanmaz ozanım
Derdim vardır inilerim"Burada kim Yunustur kim dolaptır,belirsizdir.....O dolabın binlerce gözlemcisine sadece ahşap bir dolap olarak görünmeyi sürdürürken, birden Yunus Emre'nin gözünde bir derttaşa, bir sözcüğe dönüşmesi dolapla değil, Yunus Emre'nin görme biçimiyle alakalıdır.
Yunus Emre'yi ya da Buzidi Hazretlerini bu görme seviyesine getiren de,onların mevzularıyla olan meşguliyetlerinin şiddetidir. Newtonun menkıbesini hatırlayalım: Bir ağacın altında yatmaktayken yere düşen sıradan bir elma,bilim tarihinin en önemli tespitlerinden birini yapmasına sebep olmuştur. Keramet, milyon kez dalından düşmüş, milyonlarca benzerinden ayırt edilemeyen o elmada değil, mevzuuna gömülmüş fizikçinin bakışındadır.
Menkıbemizin işaret ettiği diğer husus, insanın Allah'la münasebetine rengini veren gaflet haliyle ilgili. Gaflet halindeki insan o felçli eldir. Canını, hissiyatını, duyuşunu kaybetmiştir. Kendisine yakınlığını hep sürdürmüş olan Allah'ı hissetmemektedir. Allah ona yakındır ama o Allah'a uzaktır. Hissiyatını kaybetmiş olan el,diğer elin temasını inkar edecektir. Ancak ışık yanarsa ortalık aydınlanırsa yani kendisine temas eden el ayan beyan görünürse, inkar ettiğini artık kabul etmek zorunda kalacaktır.
...
"Biz ona şah damarından yakınız" ilahi ihbarındaki "biz"in kim olduğu belli. Sorun, ayetteki "o"yu üzerimize alıp almayacağımızla ilgili. O'nun o denli yakın olduğu kişi kim? Peki, bu mesafesizlik içinde biz bu yakınlığın farkında mıyız? Mesele budur.Kuşlarla Sohbetin Şartları/Yakınlık Dersleri, Ahmet Murat
-
Bir şehri sevmek
Bir şehri sevmek için illa orada doğmuş, büyümüş olmak gerekmez. Sonradan gelip yerleşmiş olanlar da o şehri sevebilir.
Şehri sevmek onu güzelleştirmek demektir. Rant uğruna her şeyi satan, her evraka imza atanları adam hizasına koymamak lazımdır.
Çünkü şehir alelâde değildir.Yani bir takım bulvarlar, cadde kenarında apartmanlar, apartman altlarında dükkanlar, alış veriş merkezleri, arabalarla tıkış tıkış olmuş sokaklar, gazdan zehirlenip felç olmuş ağaçlar, bir takım uyduruk parklar, sun'i çağlayanlar yamık yumuk çay bahçeleri, masalarda plastik şekerlikler, oturulacak sandalyeler plastik, çay tabakları plastik, her yan naylon kokuyor, her yan sonradan olma, görgüsüzlük kokuyor, vesaire vesaire. Şehir bu değildir. Mesela ahşapla kaplanmış bir eski pastaneye giriyorsunuz ve tarçın kokuları arasında su muhallebisi yiyorsunuz. Budur.
Mesela birden karşımıza bir akçakavak çıkmalı. Tam da Turkcell bayinin önünde. Öyle ki telefonlardan çok ağaca bakmaya doyamayın. Hafif esen yelde bir yanı beyaza yakın, öte yanı kurşunî yeşil ufarak yapraklar dans etsin, beyaza yakın gövde sizi cezbetsin. “Allah Allah” diye şaşırın. “Bu ağacı buraya kim dikmiş”. Şaşırmakla kalmayın gidip ağacın beyaz, pürüzsüz gövdesini okşayın, garip unutulmaz bir koku duyun. O gece yattığınızda bu koku aniden gelip sizi sarıp sarmalasın.
Kırda yaşanır bu, ama şehirde yaşanırsa bir ayrıcalıktır.
Diyelim şehir parkına girdiniz. Ve her parkta olduğu gibi orada da bir büyük havuz var. İnsanlar genellikle havuzun ortasında bir büyük fıskiye görmeye alışmıştır. Burada bir fevkaladelik yok.Şöyle olabilir: Dikdörtgen havuzu su altından ince borular çepeçevre dolaşabilir. Bu borulardan eşit aralıklarla yukarıya su püskürtülebilir. Her püsküren suyun üzerinde bir kelebek kanat çırpabilir. Tıpkı eskiden kullanılan bazı havuz fıskiyeleri üzerinde bir aşağı bir yukarı çıkıp inen ping-ponk topu gibi. İşte bu görülecek bir güzelliktir.
Bursa Ulucami'yi gördükten sonra neden unutamıyoruz. Duvarlardaki yazılardan belki. Ama daha çok caminin içindeki mermer şadırvandan.O su sesi namaza duranları ayrı, namaza durmayıp suya dalanları ayrı etkiliyor. Sadece bu mu? Mermer işçilik insanın içine işleyen temizlik, bir abdest aldığınızda kanatlanıp uçmaya durmanız gibi. İnsanın bedeninden ziyade ruhunun ferahlaması, dünya yükünden kurtulup semaya yükselmesi.
İnsan bir şehri niçin sever? Çünkü şehrin sokağı, camii, dükkanı, caddesi, pazarı, hastanesi, pastanesi bir yana onun insanlarındaki mutmain bakış, tebessüm ve terbiye bizi etkiler. Yaklaştıkça bir selamın taşıdığı sevgi boyutunu yakalarız. Gel geç bir ilişki değildir size gösterilen. Menfaat uğruna yedirilen bir yemek, ısmarlanan kahve değildir.
Bir bakarsınız adam elini cebine atar oturduğumuz masaya iki elma bırakır.Elmanın bir yanağı kırmızı öte yanağı sarı. Ve yine bir koku yakamıza yapışır. (Mesela Erzincan'ın sakı elması) Isıra ısıra yersiniz elmayı. Kütür kütür. Ömür boyu nereye giderseniz gidin bu elma sizi takip eder. Kokusu zihninize sinmiştir, elmanın değil şehrin kokusu. Bir tesbih, o şehre ait bir kundura, bir kuşak, bir kahve tavası, bir mendil kenarı gül nakışlı, bir düğün, bir sünnet, bir cenaze. (Nerde AVM nerde?) Hastalığınızda sizin için seferber olan komşular. Bir gün değil, beş gün değil, evinize taşınan yemekler, mevyeler. Camiler, teravihler, piknikler, ziyaret mahalleri, cenazeler, mezarlıklar. Hemen evinizin karşısındaki ahşap mescit. Mescidin yanında hâlâ lülesinden buz gibi su akan çeşme. Bir koca çınar, çınarın gölgesinde bir ufak hazire. Hazirede fî tarihinde bu mescitte şeyhlik yapmış tarikat ulularının mezar taşları.
Her bahar hazireden sokağa taşan dallarıyla mahalleyi kokuya boğan leylaklar. (Rahmetli Süheyl Ünver'in suluboya eski İstanbul resimlerindeki köşeleri bunlar; apartman ormanlarını ne yapacağız sayın Kutlu, apartman ormanlarını).
Diyelim bütün bunların hiçbiri yok. Her sabah gelip pencereye konan. Kesik kesik öten bir garip kuş da mı yok?
Yok!
Öyleyse siz bir an önce o şehri terkedin.Mustafa Kutlu, 2015
-
SEVGİLİ CAHİT ZARİFOĞLU
Kızgın veya sıkıntılı olduğunda bile yüzünde hiç kötücül ifade olmazdı. Bu cümleyi yazışımın onu sevenlere (sevmeyeni var mıydı?) şirin görünme gayesi taşımadığını yine onu sevenler bilir. Art niyet taşımadığından emin olarak konuşabileceğiniz ender insanlardan biriydi. Sanatçı kişiliği de bu bakımdan şaşırtıcı sayılmalıdır. Çevresinde hiçbir zaman çoğu sanatçıda gördüğümüz kaprisli, geçimsiz veya kibri çağrıştıran istiklâl havasını estirmemiştir. Buna mukabil müstakil ve sanatçı konumunu her zaman hissettirerek yaşadı.
Üniversite eğitimimiz sırasında hem ayrı şehirlerde, hem de ayrı kamplarda bulunduğumuzdan birlikteliğimiz hiç olmadı. Şiirin bir saygınlık ortamı varsa, yalnız orada beraberdik o dönem. Daha sonra kamplarımız ve oturduğumuz şehirler müşterekti. Ankara’da bizim evdeki ilk karşılaşmamızda bana üzerinde Kıbrıs haritası, içinde iki Kıbrıs parası bulunan bir bozuk para çantası armağan etmişti. İstanbul’da bir süre birbirine yakın evlerde oturduk. Nedense bu ayrıntılar şimdi daha bir belirginlik kazanıyor. Bazı kavrayış alanlarında daha derinleşmeye adeta beni icbar ediyor.
Yaşarken “Yaşamak” adlı bir cilt tutanak yayınladı. Bunu bizim kuşağımızdan tek yapan o galiba. Sanki bunu yalnız onun yapması gerekliymiş, sanki buna yalnızca layıkmış gibi bir duygu taşıyoruz şimdi. Cahit Zarifoğlu 1960 sonrası arayışlarının mihverinde duruyor hâlâ. Daha ilk kitabı İşaret Çocukları’nda şiirdeki çok yönlü arayışları kendi gücü oranında bir mecraya sokmayı bilmişti. Bununla kendinden sonra yazmaya başlayan birçok şairi etkiledi. Zarifoğlu’nun hayat içindeki arayışları da özgün ve etkileyicidir. Yalnız kendinden daha genç olanların değil, yer aldığı kampta yaşı ondan büyük seçkinlerin de dikkatini çeken bir kişiliği, bir tür “tahtı” vardı. Sezai Karakoç’un ve Fethi Gemuhluoğlu’nun Cahit Zarifoğlu’ndan sözederken her zaman özenli bir ifade kullandıklarını hatırlıyorum.
Siyasi olayların akış hızının Türkiye’de “insan” meselesini ne ölçüde yalama hale düşürdüğü Cahit Zarifoğlu hatırlanınca daha kolay anlaşılıyor. Çünkü Cahit hem şiirini, hem yazdığı çocuk hikâyelerini ve hem de ilişkilerini hâlâ zararını gördüğümüz duygu ve değer erozyonuna muhalif olarak büyütmüş ve geliştirmişti. Anılırken onun her insanda tohumu bulunan özveriye, toksözlülüğe, varoluş sevincine nasıl merhametle kol kanat gerdiğinin unutulmayacağını biliyorum. Onu gülerken de, ağlarken de gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!
İsmet Özel, 1995
-
Vatan
Ömrümü "Vatan-millet-Sakarya" diyerek, bazılarının müstehzi tebessümleri arasında geçirdim. Hâlâ aynı yerdeyim. (Bazıları "bıraktığımız yerde otluyorsun" diyebilir. Canları sağolsun). Bu yazıyı bir ömrü uğruna tükettiğim "vatan" ne imiş acaba sorusuna cevap olur diye yazıyorum. Vatan elbette belirli anlaşmalar çerçevesinde çizilen sınırlar içinde kalan toprak parçasından ibaret değil. Bu sınırlar resmiyet ifade eder, tarih içinde çeşitli sebeplerle değişir. Ama mesela Kızılırmak değişmez (İklimler değişiyor evladım, o da değişir diyenler olacak. Olsun bekleriz biz. Sabırlıyız.) Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. (İşte bir yerinden başladım). Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu''dur. Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor) Yani Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek, Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken say babam say; yayladır-ormandır-ovadır-çaydır-pınardır. Bir ucu Vardar Ovası''nda, bir ucu Halep Çarşısı''ndadır. Vatan Dadaş''tır, Gaggoş''tur, Efe''dir; yiğitlik vurmakla-ağalık vermekledir.Vatan Mevlittir, Itrî''nin Tekbiri''dir, Ezan''dır, minare ve kubbedir, sebildir. Vatan ilahidir, türküdür. Bir ucu Yemen''de bir ucu Estergon''dadır. Vatan Kur''an''dır, namazdır, Cuma''dır, secdedir, duadır. Vatan sürülen topraktır, taze topraktan çıkan buğudur. Tıpkı fırından çıkan Vakfıkebir ekmeğinin buğusu gibidir. Vatan Diyarbakır karpuzu, otlu peynir, Pervari balı, Antep baklavası, Tatar böreği, Selanik gevreği, Arapaşı, Çerkez Tavuğu, Babukko''dur.
Vatan kültür değildir, sadece dil, sadece müzik, sadece halk oyunu, sadece din, sadece bayrak, sadece sadaka taşı, sadece vergi, sadece milli gelir değildir. Vatan kişinin karnının doyduğu yer de olabilir, gözyaşının aktığı yer de.
Bu sebeple Çanakkale Şehitleri, Sarıkamış, Sakarya, Mohaç, Niğbolu, İstanbul''un fethi, İstiklal Savaşı ve İstiklal Marşı vatandır. Vatanın tapusu şehitlerin mezar taşlarıdır.
Vatan sevmektir, benimsemektir, önemsemektir. Vatan mevcudun mânasıdır. Vatan ecdadın mirasıdır. Vatan nutuk değil vasiyettir. Hem vasiyet hem nasihattır. Vatan verilmiş sözdür. Söz namustur. Namusun ne olduğunu namussuzlardan başka herkes bilir.
Vatan Yunus''tur. Yunus Emre''dir, neden, çünkü vatan onun yokluğunda yerine koyacak bir şey bulamamaktır. Vatan dayanışma, paylaşma, adalet, şefkat, merhamet ve fazilettir. Vatana gösterilecek muamele hürmet-hizmet ve merhamettir. Vatan ahlaktır. Vatan tevazu ve kahramanlıktır.
Vatan Selimiye''dir, Hacı Ârif Bey''dir, Mevlana''dır. Vatan "bana ne" diyemeyeceğiniz bir şeydir. Vatan bu dünyada âhiret için çalışılacak bir imtihan mekanıdır. Vatan kitaplar, kütüphaneler, âlimler, şeyhler, tekkeler, üniversiteler, taş-toprak-ağaç-kuş ve uçsuz bucaksız bozkırdır. Bozkırda esen rüzgârdır. Kangal iti, sürü, çoban ve kavaldır. Vatan Nemrut''ta batan güneş, İshakpaşa Sarayı''na dolan gün ışığıdır. Vatan Ayasofya, Hacı Bayram, Ak Şemseddin, Eyüp Sultan ve Hacı Bektaş''tır.
Vatan davul-zurnadır.
Vatan baş-bar, halay ve toprağa vurulan dizin izidir.
Vatan sadece kültür, sadece inanç, sadece hatıra, sadece ortak çıkar, sadece ülkü birliği falan değildir.
Vatan kandır. Gözün bebeğidir. Ayaktaki ferdir. Vatan genetik, botanik, fizik, kimya vb. gibidir. Ancak ölçüye tartıya gelmediği için sadece bunlarla belirlenemez. Vatan aynı anda hem maddî hem manevî bir varlıktır. Akıl ile kavraması zor, kalp ile sevilmesi kolaydır.
Başını secdeye koyduğun yerde hür ve müstakil olmaktır. Namazda makam, mevki, dil, ırk tanımaksızın aynı kıbleye yönelmektir. Vatan kardeşlik, vatan barıştır. Vatana kastedene karşı kelle koltukta savaşmaktır. Vatan namusu kadar; suyunu-toprağını-kurdunu-kuşunu-börtü böceğini kem gözlerden sakınmaktır. Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye; ne falan ideolojiye ne stratejik ortaklığa.
Vatan sevgilidir. Aslı''dır, Kerem''dir, Leyla ile Mecnun''dur. Vatanın fertleri bir tarağın dişleri gibidir. Vatan hemşehrilik, vatan komşuluk, vatan başını omzuna koyup ağlayacağın bir arkadaş, askerlik, vatan futbolculuk, doktorluk, hemşirelik, mühendisliktir.
Vatan kuş uçmaz-kervan geçmez köylerde dil bilmez çocuklara öğretmenliktir. Vatanı şairler şiire, bestekârlar musikiye, âlimler yazıya, ressamlar resme, fotoğrafçılar fotoğrafa nakşetmek ister.
Vatan bunlara sığmaz.
Vatan ancak vatan için atan bir kalbe sığar.
Yahu Mustafa Kutlu o kadar deştin o kadar karıştırdın, o kadar gevezelik ettin ki, vatanı çorbaya çevirdin yani. Hay ağzına sağlık. Vatan zaten hastaya götürülen bir tas çorbadır. Vatanın hamasete ihtiyacı yoktur. Bunu ancak vatandan ayrılanlar anlar. Vatandan gayrısı gurbettir. Gurbette duyulan hasrettir. Bir tas çorbaya duyulan hasret.
Daha derine dalarsak vatan dahi bu dünya gibi bir gölgeliktir. O gölgelikte Cenab-ı Hakk''ın emri uyarınca bir nebze dinlenmektir.
Sonrası ebedî âlem.
Ebedî âleme imanımız tamdır....
19.01.2011, Mustafa KUTLU -
"Postu bembeyazdır anne keçinin ve üç yavrusu vardır. Bunların ilk ikisinin tüyleri kezalik anneleri gibi bembeyazdır. Üçüncü keçi yavrusu tüylerinin boyası bakımından diğerlerinden ayrıdır. Beyazın zıddı olarak siyah geldiyse aklınıza, yanıldınız: Kül rengidir üçüncü keçi yavrusunun tüyleri. Anne keçi seslenir her akşam ormandaki yuvasının kapısına gelerek: Engi, Bengi, Külrengi! Açın kapıyı ben geldim. Memelerimde süt, boynuzumda ot getirdim. Ağzımda su getirdim. Açın yavrularım! Ben geldim. Gün olur, bu ailevî şirin manzaraya kara ve hain kurt şahit olur. Bir gün yuvanın kapısına da bozuk niyetiyle o gelir, o da anne keçinin söylediğini söyler. Kurdun ağzından keçi anneye mahsus lâtif sözler dökülür dökülmez Engi ve Bengi koşarlar kapıyı açmaya. Aklı da tüylerinin rengi gibi farklı olan Külrengi, onları yarı yolda durdurarak: “Ahmaklık etmeyin” der, bu sözler annemizin sözleri; ve lâkin bu kart, bu mel’un ses annemizin sesi olabilir mi? Külrengi’nin uyarısı yerini bulur ve kapı akşam olup anne gelinceye kadar, içerden sürgülenmiş olarak kapalı kalır. Ertesi gün yine gelir hain kara kurt. Bu kez sesini inceltip de konuşur. “Gördünüz mü? Noksan artık giderildi!” deyip yine Engi ve Bengi koşarlar kapıyı açmaya. Külrengi uyarmaktan geri durmaz: Gördük evet! Kulaklar sesin inceldiğine şahit; ama, ama gözler de görüyor: Şu kara kıllara bir baksanıza, kapıya bembeyaz gelmez mi bizim annemiz? Kurt değirmene gider, una bulanır. Anne keçiyle arasındaki renk farkına böylece bulur çareyi. Bu iddia ve ispat noktasından itibaren Engi ve Bengi’nin kurda kapıyı açma hevesi karşısında artık çaresiz kalan Külrengi’dir. Kurt keskin dişleri, sahte beyazlığıyla yuvaya dalar dalmaz; Külrengi ocakta alır soluğu. Küller arasında Külrengi’yi kurt fark edemez. Dişini Engi ile Bengi’e geçirir ve onları indirir gövdeye...."
...
-
@plansız umarim bizim saf iibfliler de burdan payına düşeni alır..
-
@elisa ... payına düşen anlamı.. yanlislik olmasın..
-
Umut Her Zaman Vardır
En sıkıntılı günlerde, en yanlış kararlarda bile bana umut var mı diye sorulduğunda hep bu yanıtı verdim. Bugün de aynısını söylerim: Umut her zaman vardır.
Yunan mitolojisinin en önemli figürlerinden olan Zeus, tanrılara ait olan ve yeryüzüne, insanlara götürülmesi yasak olan ateşi, tanrılar katından çalarak yeryüzüne indirip insanlara götürdüğü için Prometheus’u cezalandırır. Zeus, demirci tanrı Hephaistos’a Prometheus’u çırılçıplak olarak Kafkas Dağlarında bir kayaya zincire vurup bırakmasını emreder. Hephaistos bu emri yerine getirir ve Prometheus’u Kafkas Dağlarında zincire vurur. Zeus’un görevlendirdiği bir kartal her gün gelerek Prometheus’un karaciğerini yer. Geceleri yenilenen karaciğer gündüz yeniden kartal tarafından yenilmeye hazırlanır. Bu böyle devam edip gider.
Zeus, Prometheus’u sonsuz bir cezaya çarptırsa da hırsını alamaz ve ateşten yararlanan insanoğlunu da cezalandırmak ister. Balçıktan yarattığı tanrısal güzellikte ve zeki Pandora’yı Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a eş olarak gönderir. Gönderirken de yanına topraktan yapılmış kapalı bir küp verir. Bu küpün kapağı asla açılmamalıdır. Epimetheus ağabeyi Prometheus’un ‘Zeus’dan gelecek hiçbir şeyi kabul etmemesi’ uyarısına karşın Pandora’nın güzelliğine dayanamaz ve onunla evlenir. Pandora bir zaman sonra merakına yenik düşer ve küpün kapağını açar. Açmasıyla birlikte küpün içine doldurulmuş bulunan bütün kötülükler dışarı çıkar ve dünyaya yayılır. Pandora son bir çabayla küpün kapağını kapatır. İçeride yalnızca umut kalmıştır.
Küpün içinde kalan umut insanların içindeki umudu temsil eder. Umut her zaman vardır var olmasına da bütün mesele o içerideki umudu dışarı çıkarıp yararlı bir işe dönüştürebilmektir. Yoksa umut sonsuza dek umut olarak kalır.
Mahfi Eğilmez
8 Kasım 2020 Pazar
https:// www.mahfiegilmez. com/2020/11/umut-her-zaman-vardr.html?m=1
Bu şarkıyı dinlerken yazı denk geldi, vardır bir hikmeti...
https://youtu.be/jd_yrmK7-1w