Bazı Şeyler🎶📚☕🎬📝
-
..........yine bir gün
"Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz."Yolların Sonu, Hüseyin Nihal Atsız.
...
https://youtu.be/vdHFTskYQk4
...
https://youtu.be/5laK4qPPhx8 -
Nüfus kaydına baktığımızda adı aslında Ahmet, sonradan şair kimliğiyle birlikte adının sonundaki 't' harfini değiştirerek 'Ahmed' adını kendine uygun bulmuş. Bu ad yakıştırması Ahmed Arif'te o denli içselleşmiştir ki adını yanlış yazanlara çok kızdığı bilinir.
Ahmed Arif Abisi Olmak Halkının, Şeyhmus Diken.
...
https://youtu.be/4vUarHWae9k
...
https://youtu.be/LT87AqIbk34 -
"Bazen, yüzyılımızı anlatan bir romanın akıp giden satırları... Bazen, bir tiyatro oyunundaki aydınlık köşe... Bazen, köklü bir sinema salonunda perdeye yansıyan filmin trajik finali... Bazen, bir türkünün bin yıllık kardeşliği... Bazen, bir opera seyirliğinde yüksek perdeden söylenen arya, bazen tek kare bir fotoğraf; hatıralarımızı diri tutar. Acılarımızdan arındırır. Toplumumuza kaynak oluşturur."
Sanatımızın Hatıra Defteri, Nebil Özgentürk.
...
İstiklal Marşımızın bestesinin talihsiz hikayesi, İsmet İnönü'nün klasik müzik sevgisi, Zeki Müren'in son anları, Ruhi Su'nun yolculuğunun bilmediğim yönleri. Leyla Gencer. Safiye Ayla'nın kendisi gibi ailesi olmayan çocukların sanat eğitimine bağışladığı serveti. Müzeyyen Senar. Aşık Veysel'in Fikret Kızılok ile karşılaşması, başkasıyla kaçan eşinin çorabına iliştirdiği harçlık. Ahmed Adnan Saygun'un operaları ve Halit Refiğ ile dostluğu. Sezen Aksu'nun lise hatırası, Ömer Zülfi Livaneli'nin mecburi gidişi ve Neşet Ertaş gibi hasretle, daha güçlü geri dönüşü. Kazım Koyuncu. Münir Nurettin Selçuk'un sahipsiz kalan cenazesi, fakirliği. Ümit Yaşar'ın Galata Kulesinden atlayıp intihar eden oğlu Vedat için yazdığı düşünülen "beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın" şiirinin bir başka baba-oğulu birleştiren hikayesi. Önce Münir Nurettin Selçuk yorumlar, ölümünden sonra oğlu Timur Selçuk. Nesimi, Mazlum Çimen, bale ayakkabısı, Madımak, Ahmet Taner Kışlalı, bir baba-oğul hatırası olarak "sen benden gittin gideli".
...
https://youtu.be/B75KSjrTCqQ
...
https://youtu.be/uuq4wmwl8OI
...
https://youtu.be/vqe7z3l4cpo
...
https://youtu.be/1z-McedIUxc -
Meğer Eşkıya filminde Kazancı Bedih'in seslendirdiği gazel Yaşar Nezihe'nin kalemindenmiş; Kazancı Bedih, Yaşar Nezihe'nin pek çok gazelini seslendirmiş, hem de onu tanımıyorken.
https://www.youtube.com/watch?v=FOFBPeX-5FM
- Sanatımızın Hatıra Defteri (Edebiyat), Nebil Özgentürk
-
…
İnsan gün batımını çok üzgün olduğunda seviyor… Gerçek şu ki… bir şeyi anlamaya çalışırken neyi dikkate almam gerektiğini bilmiyordum. Sözlere değil, yapılanlara bakmalıydım… ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilmeyecek kadar küçüktüm…Sonunda küçük prens “Çölde insan çok yalnız hissediyor kendini…” dedi, “İnsanların arasında da yalnızdır insan.” dedi yılan…
Tilki uzun bir süre küçük prense baktı sonra da “Lütfen... Evcilleştir beni!” dedi. “Çok isterim.” dedi küçük prens “Ama burada çok kalamayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var.” “İnsan ancak evcilleştirirse anlar.” dedi tilki. “İnsanların artık anlamaya zamanları yok, dükkanlardan her istediklerini satın alıyorlar ama dostluk satılan bir dükkan olmadığı için dostları yok artık. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir.” “Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım” diye sordu küçük prens. “Çok sabırlı olmalısın.” dedi tilki. “Önce karşıma şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım ama bir şey söylemeyeceksin, sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın…”
“İşte sana bir sır, çok basit bir şey: İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez. Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır… Evcilleştirdiğimiz şeyden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun.”…
“Yaşadığın yerdeki insanlar” dedi küçük prens, “Bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar ama asıl aradıklarını bulamıyorlar yine de. Ve aradıklarını tek bir gülde ya da birazcık suda bulabilirler….. ama gözler kör. Yüreğiyle bakmalı insan.”
Ben üzgündüm ama onlara “Yorgunum” dedim.
Küçük Prens, Antoine de Saint Exupery
-
Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun hikayesi…
Bazıları için ölmek kolaydı, uğursuz bir trenin gelmesi yetiyordu, tamamdı… ama benim için göklere uçmak ne kadar güçtü. Herkes engel olmak için bacaklarımı tutuyordu.
Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos
-
Suç ve Ceza’yı Niçin Okumalıyız?
Hukuk, adalet her dönemde edebiyatın ana ilgi alanlarından biridir. Doğu hikâye anlayışının temellerinden biri adalet kurumudur. Örneğin Binbir Gece Masalları’nda adalet vurgusu hikâyelerde en çok öne çıkan temalardandır. Haksızlıkların önlenmesi, adaletin yerini bulması ve hükümdarların adil davranması gerekliliği hikâyelerde vurgulanır. Tebdil-i kıyafet gezen halife, adaletin sağlanması için her durumda devreye girer: “Çünkü adalet görevlerin birincisidir.” Faili meçhul bir cinayeti tespit eden halife bunu aydınlatamayan vezirini ölümle tehdit eder. Çünkü adalet her şeyin başıdır. Bütün bir Doğu edebiyatının merkezinde adalet anlayışı yer alır.
Batı edebiyatında da hukuk, adalet, suç ve ceza kavramları sıklıkla işlenen konulardandır. Bu kavramlar Victor Hugo’nun Sefiller, Franz Kafka’nın Dava, Albert Camus’nun Yabancı romanlarında gündeme gelmiş hukuk disiplini için ufuk açıcı dünyalar sergilenmiştir. Ne var ki özellikle Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı edebiyat ve hukuk ilişkilerinin dönüm noktalarından biri olmuştur. Suç ve Ceza’nın temalarını; yabancılaşma, toplum eleştirisi, yalnızlık, başkaldırı, suç, ceza, adalet, bozuk düzen, kıstırılmışlık, karamsarlık, iletişimsizlik, hayatın anlamsızlığı olarak sıralayabiliriz. Roman, sürüp giden kalıplaşmış hayatın tutarsızlığını/saçmalığını ana tema olarak alırken adalet mekanizmasının işleyişini gündeme getirir: Bürokrasinin, yönetimin kıskacındaki birey, yoksulluğun, sefaletin, hastalıkların çarpıttığı, yalnızlığa ittiği insanlar, onların karanlık, düşsel dünyaları, aşırı karamsarlık, umutsuzluk, yabancılaşma… Romanda, bireyin yaşama imkânlarını gözetmeyen bozuk düzenin ve toplumsal dayatmaların, onu nasıl bir girdabın içine ittiği ve giderek de onu ezip yok ettiği ağırlıklı olarak işlenir. Suç ve Ceza’da ağır bir toplum eleştirisi de vardır. Bireyin hastalıklı hâlinin temel nedeni toplumdur. İnsanların yaşanagelen yanlışlara ilişkin hiçbir tepkisi yoktur. Kendisine dayatılan her şeyi kabullenmektedir. Bir ağır eleştiri de çarpık düzenedir. Duyarsız, acımasız toplumsal/sosyal düzenin içinde birey yapayalnızdır. Bu yüzden kahraman iki cinayetle toplumdan kopar ve kendi dünyasına çekilir.
Roman, adalet mekanizmasını eleştirirken suç ve ceza etrafında döner. Toplumsal yapı gelecek vaat eden, nitelikli insanı; toplum düşmanı, kötü insanlara karşı koruyamaz hatta ona ezdirir. Her açıdan toplumu sömüren, kanını emen, kötü insanlara karşı “düzen/idare” hiçbir şey yapmaz. Oysa bunun cezalandırılması toplum yararınadır. Dostoyevski tam da burada gelecek vaat eden Raskolnikov’a, tefeci, toplum düşmanı kadını öldürtür. Peki, bu hâlde adalet yine de Raskolnikov’u cezalandıracak mıdır? Bu eylem toplum yararına değil midir? Çünkü toplum hem bir asalaktan kurtulmuş hem de topluma yararlı biri yeni imkânlara kavuşmuştur. Dostoyevski işte bu can alıcı sorunun peşinde romanını oluşturur.
Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi üçüncü sınıfından maddi imkânsızlık yüzünden ayrılmak zorunda kalan Raskolnikov, zeki, yetenekli biridir. Özellikle yaşadığı yoksulluk, sefalet onun psikolojisini derinden etkiler. Ailesi taşrada oturmaktadır. Babası olmadığı için annesi ve kız kardeşleri babalarından kalma emekli aylığı ile geçinmeye çalışırlar. Annesi bu emekli maaşından kendisine az para göndermektedir. Kendisi dul bir kadının evinde tavan arasında kiracıdır. Artık kira parasını bile ödeyemeyecek durumdadır. Ama o toplum içinde yüce bir yerde olmayı arzulamaktadır. Bu psikoloji içerisinde ev sahibi tefeci kadını ve cinayetin üstüne gelen ev sahibi kadının kız kardeşini öldürür. Bu arada kız kardeşinin sadece para için istemediği biri ile evleneceğini öğrenir. Psikolojisi bozulan Raskolnikov bir gün sevgilisi Sonya’ya cinayeti açıklar. Sonya da ona teslim olmasını, böylece temizleneceğini söyler. Raskolnikov suçunu itiraf eder ve Sibirya’ya sürülür. Sonya da peşinden gider ve orada evlenirler.
Bu hikâye içerisinde Dostoyevski pek çok sorunun peşine düşer: Adalet, soğuk, somut kanunları uygulamak mıdır? Kanunları uygulamak her zaman adaletin gerçekleşmesini sağlar mı? Yüce bir dava uğruna, haklı bile olsam kan dökmeye hakkım var mı? Ortada bir suç varsa bunun suçu niye sadece işleyenin olsun? İnsanı suça iten nedenlerin oluşmasının sorumlusu toplum ve sosyal düzen iken neden kişi suçlu ilan edilsin? Tefeci ihtiyarı öldürmek kimsenin zararına değilken, hatta tüm insanlığın hayrına iken ortadan kaldırılması niye suç olsun? Suçun cezasını vermek her zaman adaleti gerçekleştirebilir mi? Çevrenin suç işlemekte rolü nedir?
Suç ve Ceza’nın ana teması suç etrafında gezinirken suçun birey ve toplum üzerindeki psikolojik etkisi, yarattığı sonuçlar işlenir. Romanın başkahramanı Raskolnikov’un adi bir suçlu olmayıp, daha önce suç üzerinde düşünmüş, yazı yazmış bir hukuk öğrencisi olması onu, işlediği suçu düşünce sistemiyle karşılaştırmasına ve giderek bir deney insanı olması sonucuna götürür. Bu yüzden roman, suçun pek çok disiplinle iç içe tartışılmasını gerekli kılar. Suç felsefesi, suçun psikolojik yönü ve derinlemesine analizi ile roman, bir hukuk manifestosuna dönüşür.
Okur-yazar bir aydın-katil üzerinden suç kavramı tartışılırken adalet mekanizmasının doğası sorgulanır. Bu romanda kötü-katil ve masum-maktul klişesi yer değiştirmiştir. Toplumun kötü olarak nitelendirdiği için cezalandırıldığını bildiği katil, yoksullara yardım eden, altın gibi bir kalbi olan, iyi, masum biri; masum olarak bildiği maktul ise milletin kanını emen kötü bir kişidir. Dolayısıyla bu olayda iyi ve kötü algısıyla oynanmıştır. Sefalet, çaresizlik ve çıkışsızlık içindeki Raskolnikov, bir yandan da kız kardeşini para için kötü biriyle evlenmekten kurtarmak istemektedir. Aleyhinde hiçbir delil yokken vicdan azabıyla polise teslim olan Raskolnikov, iyi bir insan olmanın gereğini yerine getirir. Böylece suç ve cezanın sadece kanun maddeleriyle sınırlı olmayıp insani boyutu da işlenerek yasaların da adaletsiz olabileceği örneklenir.
Hukuk öğrencisi genç Raskolnikov adalet anlayışını toptan yargılamaya girişir. Tarihte herkesin kan döktüğü hâlde yargılanmayıp kendisinin yargılanmasını anlayamaz. Suç konusunda insanlar, yönetenler ve yönetilenler olarak ve suç işlemeye hakkı olanlar ve olmayanlar olarak ayrılabilir. Üstün insanlar insanlık adına suç işleyebilirler. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve insanlığın hayrınadır. Raskolnikov yazdığı yazıda suç işlemeye hakları olan birtakım insanlardan ve bunlar için yasa ve benzeri engellerin bulunmadığından söz eder. Yazısında insanları “olağanüstüler” ve “sıradan olanlar” diye ikiye ayırır. Sıradan insanlar uysal, söz dinler kişiler olarak yaşarlar ve yasaları çiğneme hakları yoktur, çünkü onlar, adları üstünde, sıradan insanlardır. Ne var ki “olağanüstü” insanın, ülkülerinin gerçekleşmesi için gerekiyorsa bazı engelleri aşmaya kendinde bir hak bulabileceğini ima eder. İnsanlığın tüm kurucuları, yasa koyucuları, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, hepsi ayrımsız birer suçludurlar. Doğaldır ki, bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede duraksamamışlardır. İkinci bölümdekiler, sürekli olarak yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar ya da yeteneklerine bağlı olarak, yıkıcılığa yatkındırlar. Bunların işledikleri suçlar, doğaldır ki, son derece çeşitli ve görecelidir; ama büyük çoğunluğu, birbirinden apayrı nedenler ileri sürerek, daha iyi şeyler adına şimdikinin yıkılmasını isterler.
Romanda şartlar oluşur, ortam olursa her insanın suç işleyebileceği öne sürülürken, suç işlemede ruhsal, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, iklim, çevre vb. gibi durumlar da etkendir. Raskolnikov “Suçlunun, suç işleme anında daima hasta olduğu noktasında” ısrar eder. İnsanı suça götüren en önemli durum, suç işleme anındaki hastalıklı hâldir ve bu suçu kavrayıncaya kadar sürer. Aydınlanma anı, iyileşme anı, hastalıkla yüzleşmedir.
Suç ve Ceza’da cezai şarttan daha ağır bir ceza daha gündeme gelir. Bu da “vicdan azabı”dır. Raskolnikov ne kadar teorik olarak suç ve cezayı tanımlasa, bir yerlere oturtsa da kendi vicdanından bu olayı uzaklaştıramaz. İhtiyar kadını öldürdükten sonra iç çatışmalardan ve özellikle vicdan azabından kurtulamaz. Tam bir çözülmedir yaşadığı. Kanunlar bile bu ceza karşısında hiçtir. Ona göre vicdanı olan ayrı bir ceza ile karşı karşıyadır: “Bu, kürek cezasından başka ona ayrı bir cezadır.” Toplum sürgünlerle, hapishanelerle, sorgu yargıçlarıyla, kürek cezalarıyla esaslı bir şekilde güven altına alınmış değildir. Bir de vicdan azabı vardır: “Vicdanı olan, hatasının da bilincindeyse, varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır. Burada ne buyruk ne yasak söz konusu. Kurbanına acıyorsa, varsın acı çeksin… Acı ve üzüntü, engin bir bilinç ve derin bir yürek için her zaman zorunludur. Gerçekten büyük insanlar, büyük acılar çekmek zorundadırlar.” Çünkü insanın yüreğinde kurulan mahkeme hiçbir yargılamaya benzememektedir. Çekmeyi göze aldığı cezadan daha ağır bir ceza, vicdan azabı vardır. Özet olarak suçun cezasını vermek her zaman adaleti gerçekleştirmemekte, insanın içinde kuralları da aşan ayrı bir mahkeme bulunmaktadır…
Sonuç olarak Suç ve Ceza’dan hukuk, psikoloji, sosyoloji gibi disiplinlerin öğreneceği hâlâ çok şey var.
Arka Kapak, Necip Tosun.
-
Tam da bu sabah; Bizi anlamayacaklar, hiç anlamadılar, hatta belki savunma hakkı bile tanınmaz, yanımızda zehirle mi gezelim diye düşünüp, Sokrates'i anımsamıştım güzel bir yazı denk geldi
Baldıran Zehri İçmek veya Celladına Gülümsemek
Felsefe ve edebiyat, varoluş meselesini ele alan metinler ve düşünceler üreten iki sanat türü olduğundan birbiriyle temas halindedir. Bu teması güçlendiren iki alt türü ise eleştiri ve şiir olarak belirlemek mümkündür. Sokrates ile İsmet Özel’in doğum tarihleri arasında neredeyse 2500 yıllık bir mesafe olması her ne kadar ciddi bir rakam genişliği içerse de sanatın değmesiyle bu genişlik daralır ve kuvvetli irtibat kaynakları ortaya çıkar.
Sokrates devletin ‘resmî Tanrılarını’ tanımayıp yeni Tanrılar icat ettiği ve türlü fikirleriyle gençleri “yoldan’ çıkardığı” suçlamasıyla mahkeme verildiğinde tarih M.Ö 399’dur. Yapılan oylama neticesinde Sokrates ölüm cezasına mahkûm edilir. Graphai denen bu kamu davasında oy kullanan geniş kitlenin içinde onun asılmasını, yakılmasını isteyenler olduğu gibi affedilmesini ya da gençlerden çok uzak bir yere sürgün edilmesini isteyenler de görülmüştür. Oy kullananların yaklaşık 3’te 2’si Sokrates’in öldürülmesi gerektiğinde birleştiğinde baldıran zehri formülü uygulanır. Sokrates zehri içer ve kısa bir süre içinde ölür. Kendi ağzından savunmasını okuyabilmek ancak Platon’un yazdığı eserle mümkün olmuştur.
Sokrates ömrü boyunca ders verdiği kimseden bir ücret talep etmemiştir. Derslerini “bire bir” uygulamış, kalabalıktan ve bilhassa kitleden uzak durmayı tercih etmiştir. İsmet Özel ise şairliğine, kendi tabiriyle “pek şairane olmayan” bir açıklama getirir: maliyet meselesi. Ona göre resim yapmak, resim sanatıyla uğraşmak için ciddi bir mali hesap gerekirken şiirde böyle bir şey yoktur. Buna nazaran kendisinin şiir yazmak için iki dişini çektirdiği askerlik dönemi, şairliğin hesabının pek de mümkün olamayacağının göstergesidir.
Sokrates’in dönemin demokrasisine yönelik oldukça sert eleştirileri olmuştur. Devletin ve “devletlilerin” kendi menfaatleri doğrultusunda son derece uygun bazı tanrıları eleştirilemez/yorumlanamaz kabul etmesini de hiç umursamaz. Verdiği derslerde demokrasiyi de tanrıları da alaya alır. Hep yaptığı gibi soru sorarak ve sordurarak iki kavramı ve kurumu da saf dışı bırakır, bıraktırır. Bu sebeple genç öğrencileri arasından onun yolundan gitmeyi tercih edip devlet için birer tehlike olmayı göze alanların sayısı epey fazladır. Savunmasındaki “beni yanıtlayacak kimse yokken konuşmak zorunda kalıyorum” sözü hem resmî tanrıları hem de demokrasiyi eleştirisi açısından önemlidir. İsmet Özel, 9 Mart 2000 tarihinde verdiği bir röportajda “Demokrasiyle hiçbir alâkam yok… Demokrat diyebilir misiniz kendiniz için?” sorusuna verdiği cevap, bu konuda da irtibat kurabilmemiz için bizi bir yola çıkarabilir: “Ömrümün hiçbir aşamasında demokrat duygulara sahip olmadım. Eski Yunan’da Sokrates’i öldüren demokrasidir. Platon gibi, Sokrates’in mahkûm edilmesinden yana değilim. Sokrates’i demokratlar mahkûm etti.”
İsmet Özel, Bilinç Bile İlginç adlı kitabında Sokrates’in ömrü boyunca çoğunluğun yapmadığı birçok şeyi yaptığından ve çoğunluğun yaptığı birçok şeyi ise yapmadığından söz eder. Sokrates’in derdini “kendi ruhuna özen göstermek” olarak belirtir ki yine aynı kitapta bu derdin önemini şöyle açar: “Kim ki ruhuna özen göstermiyor, o artık eşyaya ve yaratılmış olana karşı her türlü özensizliğin kaynaklarından biri hâline gelir. Diğer taraftan kendi ruhuna özen göstermeyen kimsenin, ruhuna özen gösteren bir kişiyi tanıyabilmesi, fark edebilmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla özensizlik bütün üstün değerlerin yıkılıp gitmesi ve erdemle yüceltilmiş bütün tavırların yasaklanması, en azından gülünç kılınması için en uygun ortamı doğurur.”
İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabında şairliğin doğuştan gelen bir şey olmadığını ve şairliğin insanın karakteriyle aynı istikamette yürümesi gerektiğinden başka bir düşüncenin saçma olacağını belirtirken kendini/sanatını “kadirşinas itaatsizlik ve tevarüs edilmemiş asalet” şeklinde tanımlar. Şiir şayet gerçekse ‘kendilik bilgisi’ sebebiyle gerçektir ona göre. Şubat 1990’da yazdığı “Kendini Tasarlamak Versus Kendini Azaltmak” başlıklı yazısında bunu “Kendini bil ve riayet et. Dinin veya bilgeliğin söylediği budur” sözüyle açıklar.
Sokrates’in kıyamete dek hatırlarda kalması mümkün olan “Bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, hem politik anlamda hem de felsefî anlamda bazı durumlarda “sessiz kalmanın hayrı”na bir işarettir. Her bilinenin söylenmesi kişiye bela olarak yeter. Sonuca baktığımızda Sokrates’in başına gelen de beladan farksızdır. En yakınındaki dostları bile onun davasında sanki nazire yapar gibi sessiz kalmış, kalabilmişlerdir. İsmet Özel de işte bu sözün derinliğini hatırlatırcasına, 27 Aralık 2008 tarihinde İstiklâl Marşı Derneği’nde yaptığı siyaset, tarih, politika, sanat konularını da barındıran bir konuşmasında şunları söyler: “[…] biz birçok şeyi bilmiyoruz. Ben öğrendikçe -bunu şov gereği söylemiyorum- cehaletin ne olduğunu öğreniyorum. Bu Sokrates çok şey biliyormuş her halde: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” diyor ya… Çünkü buraya gelmeden önce Thomas More’un sultana yazılmış bir şiirini gördüm. Bunu niye söylüyorum? Her gün bir şey öğreniyorsun ve her gün sana söylenen yalanların mahiyeti hakkında bir fikrin oluyor… O şiir, sultanı öven bir şiir…”
Felsefede ve edebiyatta sanatçının ürettikleriyle karakteri arasındaki bağlantı en özel olarak da cesaret-korkaklık zıtlığında ortaya çıkar. Cesur bir insanın söyledikleriyle korkak bir insanın yaptıkları aynı paragrafa yerleştirilse, aynı resme konu edilse yahut aynı şiirde anlatılsa, bu bile unutulmaz bir “görüntü” ortaya çıkarır. İmajların dünyasında bugün “suskun ve kederli” cesurların esamesi okunmazken “kendini en önde gösteren korkakların” sayısı gittikçe artmakta. 14 Mart 2009 tarihinde İsmet Özel, yine İstiklâl Marşı Derneği’ndeki bir konuşmasında İstanbul’un tarihine değinerek Sokrates’in bir sözünü hatırlatmıştır: “İstanbul şehrinde dört yüz sene sadece gayr-i müslim semtlerde suç işlendi. Bu böbürlenmek için uydurulmuş bir şey değil. Normal olarak bu olmayacak bir şeydi. Bu yüksek ahlâk gereği olan bir şey de değildi. Çünkü Müslümanlar Müslüman olmaya yaraşır davranışları göstermedikleri zaman imtiyazlarını kaybediyorlardı. Müslümanlar toplumun birinci sınıf kesimiydi, dolayısıyla diğerlerinden fâik olduklarını hem de diğerlerinden daha çok imkânı ellerinde tutma durumunu vasıflarına liyâkat kesbederek koruyabilirlerdi. Sokrates’in bir sözü vardır: “Aslında birçok insan korkak bilinmemek için cesaret gösterir.” Yani aslında korkaktırlar. Korkak bilinmekten korkarlar. Onun için biz onları cesur görürüz. Belki bu dört yüz sene boyunca hırsızlık etmek için adamın içi kaynıyor ama Müslümanlığını kaybedeceği için, Müslümanlığıyla beraber dünya kadar yetki ve imtiyazı kaybedeceği için yapamıyor.”
Sokrates, ölümüne doğru ilerleyişini emin adımlarla yapmıştır. Fikirlerinden, eleştirilerinden ve öğütlerinden asla taviz vermemiş, ölümünün asla ruhsal olmayacağını göstermiştir. Çünkü Sokrates “bir daha yapmama” sözü verip bağışlanmayı dileseydi, ahlâki ve entelektüel olarak ölecekti. Laszlo Versenyi’ye göre Sokrates burada fiziksel intiharı tercih etmiştir. Felsefi öğretilerini, inançlarını, değerlerini ve üzerinde en çok durduğu konulardan “erdemli olma”yı bir miras olarak bırakmıştı Atina halkına. İsmet Özel, Faydasız Yazılar’da ölümün ancak hayatındaki varlığını anlamlandırmış ve iyiyi kötüyü ayırt edebilmiş, erdemli yaşamış insanlar üzerinde geniş bir anlama sahip olacağını belirtir. Bunun dışındaki ölümler, hayvanî ölümlerdir, yani “yok olma”dır: “Yaşadığı müddetçe iç dünyasını zenginleştirmeyi değil, iyi ve kötü farkına bile ilgisiz kalmayı, kendini tabiat ve toplum olayları karşısında hassas kılmayı değil, otomatlaştırmayı seçmiş bir kimse için ölüm çok dar anlamlıdır. Belki anlamlı bile değildir.”
Bu deneme, bir irtibatı ortaya koyma gayretiyle yazıldı. Taranan kaynaklar işi kolaylaştırdı. Okuyucu, Platon’un Sokrates’in Savunması’nı ve İsmet Özel’in “Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar” adlı şiirini yeniden okuyup incelediğinde görecektir ki bu irtibat sağlamdır, kuvvetlidir, yalın temiz ve acımasızdır. Bir tarafta kendini “at sineği” olarak görüp daima devleti yanlışlarını alaya alarak rahatsız eden bir filozof, diğer tarafta “bana bırakılan neyse ona burun kıvırdım / gittim bir kuyudan su çektim” diyen bir şair. İkisi de yaşadıkları topraklara borçlu olduklarının farkına varmayı bir erdem saydılar. Bu borç ancak o toprakların değerinin artırılması ile mümkün olabilirdi. Zaman zaman bu irtibatta biricikliğin nasıl tanımlandığı mevzubahis oldu. Biricik olma hâli Sokrates için daha şahsi idi. Mesela kamu davası görülürken halkı defalarca uyardı: “Atinalılar! İşte bu yüzden Tanrı’nın bir hediye olarak size gönderdiği beni cezalandırmakla kendi adıma değil sizin adınıza bu günahı işlememeniz için size yalvarıyorum. Beni öldürürseniz yerime koyacak başkasını bulamazsınız.”
İsmet Özel içinse biriciklik, toplumun biricikliği olarak ortaya çıkıyorsa değerlidir, gerçek bir biricikliktir. Bu sebeple kendisine yöneltilen “İsmet Özel tek kişilik bir ordu mu? Bir çığır açılıyor ama bir adam mı?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Türk milleti büyük bir millettir.”
Yağız Gönüler, Arka Kapak.
-
Konya’daki ilk karşılaşmalarından önce bu karşılaşmayı hazırlayan şöyle bir olaydan söz edilir: Mevlana henüz Şam’da eğitim görürken Şems siyah elbiseler içinde ona görünmüş “Ey manalar aleminin sarrafı beni bul demiş” ve kaybolmuştur. 23 Ekim 1244’te Konya’daki karşılaşmalarında ise Şems, Mevlana’ya doğrudan şu soruyu yöneltmiştir: “Hz.Muhammed mi büyüktür yoksa Beyazıd Bestami mi?” Mevlana şaşkınlıkla bakınmış: Bu nasıl soru, kuşkusuz Hazreti Muhammed büyüktür, demiştir. Bunun üzerine Şems, “Ama Hz.Muhammed, ‘Ey Allah’ım biz seni tam olarak bilemedik’ derken, Beyazıd Bestami, ‘Ben sultanların sultanıyım her türlü bilgiye ulaştım.’ diyor.”
Mevlana bunun üzerine şöyle demiştir: “Beyazıd Bestami’nin susuzluğu bir yudumla dinecek kadar küçüktür. Hazreti Muhammed’e gelince, onun susuzluğu derindir, geniştir, sonsuzdur.”Şems’in sorusunu çerçeveleyen dinsel olaylar çıkarılırsa, şu anlam ortaya çıkar, gerçeklik bilinebilir mi?
Mevlana’nın yanıtı ise şöyledir: Bilinebilir ama mutlak olarak değil, göreceli olarak. Çünkü gerçeklik derindir, sonsuzdur, değişkendir. Bu karşılaşmanın ardından iki adamın biri öldürülünceye kadar sürecek olan büyük dostluğu, sevgisi, arkadaşlığı başlamış olur.
Diyalektik Felsefe
Şems’le tanışmadan önce Mevlana, medresede ders okutan, camide vaaz veren, eli öpülüp duası alınan bir din bilginidir. Şems’le tanışmasının ardından medreseyi, vaazı, duayı bırakmış, sema dönmeye ve müziğe başlamıştır. Eskiden beri uğraştığı şiir sanatına kendini vermiş, üstelik yazdığı şiirlerde dinin yerini artık aşk almıştır… Bu durum Konya’daki tutucuların tepkisini çekmekte gecikmemiş, kentin dar sokaklarında adi dedikodular, öfkeli fısıltılar dolaşmaya başlamıştır. Tebrizli Şems, onların bilge şeyhini ellerinden almıştır. Olayların büyümesinden korkan Şems, çareyi Konya’dan kaçmakta bulacaktır. Ancak Mevlana onun peşini bırakmayacak, büyük oğlu Bahaeddin’i Şam’a yollayarak Şems’i yeniden Konya’ya getirtecektir, iki dostun ikinci buluşması, trajik bir olayla sonuçlanacak, kentin yobazları, Mevlana’nın küçük oğlu Alaeddin’i de bu komploya karıştırarak, Şems’i öldürtecektir. Onlar Şems’i ortadan kaldırırlarsa… o eski Mevlana olacağına inanmaktadırlar….Mevlana yaşamı algılamaktan, insanları ve doğayı sevmeye kadar uzanan bir felsefi sistem oluşturmuştur. Bu felsefenin yöntemi diyalektiktir. Birlik içindeki çokluğa dikkat çekiyordu büyük ozan, aynı zamanda çokluğun içindeki birliğe. Mevlana sırlara inanırdı ama sırlardan önce insana inanırdı. Çünkü varlığın sırrı insandaydı. Eğer insan kendi sırrını anlayabilirse, yaşamın aynasında kendi ruhunu görebilirse, varlığın da sırrına erecekti. Tasavvuf deyimiyle söyleyecek olursak varlığın birliğine ulaşacak, varlığın bilinci yani insan-ı kamil olacaktı, işte sır buydu, zirve buydu: insan-ı kamil olmak…
İnsan Ruhunun Haritası, Ahmet Ümit
.............
Uzatma dilini Allah diyen âşıklara zinhâr
"Fezkürûnî" emr u fermân duyan gelsin bu meydâne -
*Suç ve CezaDostoyevski’nin yapıtları tinsel dünyasının bir haritasıdır ama bu öyle bir haritadır ki ona bakarak kendi tinsel dünyamızda da bir yolculuğa çıkabilir, insanın tinsel yapısı üzerine önemli yöntemsel bilgiler edinebiliriz. Dostoyevski’nin polisiye romandan ayrıldığı yer tam da burasıdır.
Dostoyevski’nin yapıtlarında önemli olan suç ya da cinayetin gizemi, suçlunun kim olduğu merakından çok, suçun insan psikolojisi ve yazgısı üzerindeki etkileridir. Yazarımıza göre suç, insanoğlunun varoluş biçimlerinden biridir ama hiçbir zaman tek başına ele alınamaz. Suç, yaşanıp sona eren bir süreç değildir, insanın iç dünyasındaki birçok ögeyi harekete geçirir. Basit bir vicdan azabı değildir ortaya çıkan, insan varlığının sorgulanmasına kadar uzanan geniş kapsamlı bir düşünsel sistem, bir dünya görüşüdür. Sürekli devinim halindeki bir su kitlesine benzeyen insanoğlunun tinsel dünyasında birçok itkiyle birlikte yer alır suç. Zaman zaman farklı güdü ve isteklerin arasına gizlenir, bazen de en kaba ve bencil biçimiyle ortaya çıkar.İnsan Ruhunun Haritası, Ahmet Ümit
-
"Aşk ile yürüyen, sırtında dünyayı taşır.
Aşksız yürüyen, beden diye bir ceset taşır."
...
https://youtu.be/fBQMIU6R7qs -
kul padişahsız olmaz
padişah kulsuz değil
padişahı kim bileydi
kul itmese yort savul
Yunus Emre
...
1.
Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
2.
Harbi karşılık verecek ama herkes
Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:
3.
Bir, Yeryüzünde nasıl dağılmıştır
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?
4.
İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?Ece Ayhan, Yort Savul.
....
6. Şiirimiz kentten içeridir abilerTakvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıylaDüzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?
Ece Ayhan, Mor Külhani.
...
https://youtu.be/j5-yZByMsZc -
sevdalar vardır
derin kuyularda
eski sarnıçlarda
yaşar
gün görmüş
acılar bilmiştirdirenir
kim bilir kaç işgal geçirmiştir
yurdum gibi
...
Behçet Aysan
...
https://youtu.be/XvzUs7Ysxak -
“çok ağırbaşlı olun davranışlarınızda!
her yelde savrulan bir tüy olmayın,
ve yıkanmaya kalkmayın her suda…”
https://www.youtube.com/watch?v=rrVDATvUitA
…
https://www.youtube.com/watch?v=r6bzgNHeYAQ
Kim demiş herkes hakikatin peşinde diye, apaçık gerçeği görmezden gelen de insanoğlu değil mi? Merak çok büyük bir tetikleyici güç, elbette sorumluluk hissedip zahmetten kaçmayanlar için…
https://www.youtube.com/watch?v=ho9rZjlsyYY -
İnsan gördüğü bir şeyin esasını merak ederse, onun neden öyle olduğunu araştırırsa, günün birinde kendi işinde muhakkak yararlanır bundan.
…
Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini, öğrendiklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmemişlerdi. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu.
…
Her şey öğretilebilir. İyi yaşamak için neler yapmalı? Bunu bile öğretebiliriz insanlara. Çünkü iyi yaşamak da ‘bilgi’ye dayanır. Bunu göstermeliyim sizlere. Çünkü ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamak gerektiği de sezdirmeden öğretilebilir onlara. Hayatın yaşamaya değer olduğu öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da 'büyük ve güzel şeylerin' de var olduğunu öğrenmeli insanlarımız.Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa İnan
Oğuz Atay. -
@plansız, içinde söyledi: Geceye bir söz bir şiir bırak
-“Seni sevmek başka bir şey hürriyet/ Uğruna dövüşmek başka…”
-Sizce hangisi daha önemli bunların? Sevmek mi, dövüşmek mi?
-Bu sorudan hiçbir şey anlamadım. Elbette dövüşmek…
-Yazanda bu anlamda yazmış değil mi?
-Başka anlamda olacağını sanmam.
-Olur. Galiba doğrusu da, o başka anlam… Çünkü insanlar hürriyet için, hürriyeti hiç sevmeden de dövüşebilirler, daha beteri, neyin nesi olduğunu hiç bilmeden…
-Sevdiği halde dövüşmeyen, bilmediği halde dövüşenden daha mı iyi demek istiyorsunuz?
-Gerçekten sevince dövüşmemek olmaz…Kemal Tahir, Yol Ayrımı
Gelirken bir şiir söylemiştiniz. Teslim olmakla esir düşmek arasındaki ayrıntı üstüne... Sonu da galiba, hürriyeti sevmekle, hürriyet uğruna dövüşmek arasındaki başkalığı anlatıyordu.
“Evet... ‘Seni sevmek başka bir şey hürriyet / Uğruna dövüşmek başka...’”
“Sizce hangisi daha önemli bunların? Sevmek mi, dövüşmek mi?”
“Bu sorudan hiçbir şey anlamadım. Elbette dövüşmek...”
“Yazan da bu anlamda yazmış değil mi?”
“Başka anlamda olacağını sanmam.”
“Olur. Galiba doğrusu da o başka anlam... Çünkü insanlar hürriyet için, hürriyeti hiç sevmeden de dövüşebilirler, daha beteri, neyin nesi olduğunu hiç bilmeden...”
“Sevdiği halde dövüşmeyen, bilmediği halde dövüşenden daha mı iyi demek istiyorsunuz?”
“Gerçekten sevince, dövüşmemek olmaz." Sevmeden de dövüşmemek olduğuna göre, şiiri yazan tepeden tırnağa yanılıyor! Telaşlanmayın, çok doğru gibi göründüğü için çok sevdiğimiz böyle yanlışlar pek çoktur. Yalnız sizin başınıza gelen bir iş değil bu... İnsanoğlu, hep gerçeği aradığıyla övünür. Gerçekten yana olduğunu ileri sürüp böbürlenir. Öyleyken, hepimiz hiç ara vermeden yanlışlıklar yaparız. Hem de gerçeğe çok benzeyen yanlışlıklar...
-
Üç tutku yönlendirdi hayatımı: Sevgi açlığı, bilgi arayışı ve başkalarının acılarına yönelik dayanılmaz bir merhamet. Aşk ve bilgi göklere yükseltti ama merhamet her seferinde çekip yere indirdi beni.
Bertrand Russell
-
Ağaçlar şarkısını döktü Boncuk Hanım
Bahçelerin duası ölüm üzerine nicedirGölgelik, Şükrü Erbaş
…
Ey gövdede çiçeklenen zaman
Kendini sevmeden kimseyi sevemezmiş insanBir Gün Bu Sözlerde, Şükrü Erbaş
-
TANRININ HARFLERİ
Tanrının harfleri olmasaydı, hiçbir kadın hiçbir erkeğe, hiçbir erkek hiçbir kadına bir tek sevgi sözü söyleyemezdi. Deniz köpüklenmezdi. Çiçeklere rayiha yürümezdi. Serçeler güneşten önce doğmazdı. Ağaçlar şarkı söylemezdi. Dünyanın bütün dillerinden yapılmış bir dil, kirpiklerin hevesini parmaklarda mucizeye çevirmezdi. Beden arzu etmezdi. Hayvanların gözlerinden merhamet duygusunu öğrenemezdi insan. Keder olmazdı. Zaman, doğumla ölüm arasında cümle kurmazdı. Evlerin pencereleri dışarı açılmazdı. İnsanlar birbirlerine gözyaşı boncuklarından armağanlar sunmazdı. Dünyamıza akşamlar gelmezdi. Uykular bizi her sabah yeniden doğurmazdı. İnsan, ayrılığa şiirler söylemezdi. Hazla hüzün arasında salkım çiçekler açmazdı dünya.
Tanrının harfleri olmasaydı, insanın ilk çığlığı dünyayı tutmazdı. Aldığı soluk öldürürdü herkesi. Sonsuzluk olmazdı. Ölümü gördükten sonra kimse kimseyi sevemezdi. Üzümün güneşinden şarap kandilleri yapamazdı insan. Hayal olmazdı. Hatıra olmazdı. Yeryüzü beşiğinde gökyüzü uyumazdı.
Doğanın kalemiyle doğanın kağıdına şiirler yazamazdı insan.
Şükrü Erbaş, Pervane.
-
TAŞIN ÇİÇEKLENMESİ
Yalnızlık ağaçlardan kuşlardan gelmiyor
Otlar böceklerle, bahçeler bulutlarla
Dört mevsimin masalını söylüyor
Sular kederlenmiyor kimsesiz akıyorum diye
Balıklar denizin yedi renkli turnası
Toprağın taşa borcu yok, gülün bülbüle nispeti
Kediler sokaklarda birer güneş salkımı
İğde kokuları, erik şıraları, ceviz boyaları…
Ey gövdesini aklının çarmıhında unutanlar
Yalnızlık bizden yayılıyor dünyaya
Ağzımızda kan pıhtısı arzular
Topuklarımızda uzakların kararan çanı
Duvarlara gömüyoruz var oluş ayetimizi.Parmaklarının kandilleriydi
Sabah diye boşluğa saldığım rüya
Boncuklu cümlem
Güzel söz yetmiyor taşın çiçeklenmesine
Başlıyor başkalarının zamanı
Alnımda gökyüzü hecesi bir kırık mavi
Kapatıyorum bütün pencerelerimiŞükrü Erbaş, Pervane.