Bazı Şeyler🎶📚☕🎬📝
-
KAFDAĞI
Dünyanın bütün şiirleri sizi söyler, bütün şarkıları size söylenmiştir. Çocuk kalbiniz gövdenizde çiçek açmaya başlamıştır. İçinizde binlerce karınca dünyayı size, sizi dünyaya taşıyıp durmaktadır. Baktığınız her şey büyülü aynanızdır. Sesiniz billur gibi açar ağzınızda. Parmaklarınız saçlarınızdan değil gökyüzünden taşar. Bütün sesler bir uzaklık hevesi, bir arzu atlasıdır. Bütün masallar siz olursunuz. Kafdağı her gün gidip geldiğiniz bir murat yoludur. Leyla sizden ayrılır, Mecnun’a çöller kurarsınız. Evler her gün biraz daha küçülür. Bütün kızlar o küçük odalarda güzelleşir. Pencereler siz baktıkça kapanır. Kimse acınızı duymuyordur! Her şey bir incinme yumağına dönmüştür. Sokaklar yalnızlığınızın ıslığı olur. Bir avuç mahallelerde bir şarkı boyu gider gelirsiniz. Sonsuzluğun elifi başlamıştır. Sizi insan içinden çekip alan aşk, götürüp insan içine katmaktadır yine. Okuduğunuz her şiir, her hikâye içinizdeki nar ocağına düşer. Bütün kitaplar sizi söylemektedir. Yeni bir büyümedir bu, acının bile yaşama gücüne, dünya bağışına dönüştüğü.
Sonra bir gün hiçbir sözün kalbinizi karşılamadığını görürsünüz. Sizin hikâyeniz değildir harflerin çatısı altındaki o ayrılıklar, köpüren bakışlar, arzulu parmaklar. Sizi göklere çıkaran boşluk, yerin altına doğru çekmeye başlamıştır. Herkes baş dönmesini unutmuştur. Akşam gün ortasında gelir. Rüyasız uykularla sabaha çıkılır. Dünyayı göğsünüzden taşıran arzu, bir kan pıhtısına dönmeye başlamıştır. Her şey üstünüze gelmektedir. Ağaçlar, kuşlar, börtü-böcek bütün sevincini yitirir. Bir hayıf cümlesi uyanır içinizde usul usul. Birden anlarsınız ki sizin acınızı ancak sizin sözünüz avutacaktır. Yazacaksınız. O sonsuz beyazlığa, kimsenin söylemediği o büyülü dizeyi düşeceksiniz.
“Ben’in korkuluksuz köprüleri”nden * geçiş başlamıştır. Mezarları hayata katan bir maceradır bu. Siz biriciksiniz, sözünüz sizden biricik. İnsanın kendi sesinden daha dokunaklı ne olabilir bu kalabalıkta…Şükrü Erbaş, Pervane.
-
Yağmur Damlasından Dünyayı İçmek
“Ah şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren.” CESARE PAVESE
Günlerin bulutlu ve kısa olduğu yerde, ölmekten acı duymayan bir soy doğar.” Coğrafyanın ve iklimlerin, insanın bedeninden çok ruhuna verdiği biçimin, bir derin iç sıkıntının, dilde billurlaşmış resmi olan Petrarca’nın bu sözü, onca yüzyılı aşar, gelir, taşranın ruh atlası olarak serilir önüme. Sözün kastı elbette taşra değil, ancak ruhu, baştan sona taşra olarak dolar içime … Ölümden acı duymayan bir yaşam … Sözün trajedisi bu denklemde yatıyor sanırım. Zamanın dışında yaşamak.
Bir başka ifadeyle, olup biten hiçbir şeyin, hiçbir yenilik taşımaması. Beklenti ve hayıf duygusunun ötesinde bir dünya. Her şeyin doğumla birlikte, bin yaşında bir tanrı sureti gibi boşluğa asılıp kalması. Kanıksanmış varlık. Tozlanmış bir ruh. Ağaçların, yıldızların, çocukların, kadınların, erkeklerin, kedilerin, köpeklerin … her şeyin, insanın canında gezen, daha doğrusu duran kör bir tekrara dönmesi.
Annelerinin memelerinden, bir yere gitmeyen yolları, pıhtılaşmış arzuları, eşyaların kasvetini, baba sesinin soğukluğunu emerek büyüyen çocuklarla, yanlış büyüyen kadınların, erkeklerin birbirlerine gömüldüğü ay kandil sokaklar,
pıtraklı sözler, mezar damlası odalar. Her şeyi hayranlıkla küçümsemenin gergefine geren; uzakları, topuklarda zonklayıp duran bir dip sızısına, bir yıkıcı tutkuya çeviren sonsuz bir sıkıntı ayini… Tezer Özlü’den iç burkan birkaç görüntü, sanırım bu resmi taşradan merkeze taşıyan, bu tozlanmış ruhun çırpınışına harf harf bir başka gerçeklik yaratan yeni bir bunaltı haritası olacaktır:Şimdilerde … Sokak aralarından geçerken … gözüme pijamalı aile babaları
ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim … evlerin pencere camları buharlaşmışsa . .. odaların içine asılmış çamaşır görürsem … bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara kadar yayılıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek. .. isterim hep.Bu ruh atlasında, bu fiziki coğrafyada insan, önce şaşmaz bir şekilde, kendi hayatının dışındaki her şeye derin bir hayranlık duygusu besleyecektir. Başka hayatlar; yıldızlar, ırmaklar, yollar kılığında günde bin kez kirpiklerinden gövdesine akıp duracaktır:
Kitapların, türkülerin, filmlerin başka dünyalara yağdırdığı yağmurlar bir iyilik, bir arınma gibi oralarda yaşayan herkesi köpük köpük çoğaltacaktır. Başka insanların baktığı pencereler güleç, başka güneşlerin vurduğu sular derin ve mavi olacaktır. Evlere dönüş, hak edilmiş bir şenlik olacaktır başka dünyalarda. Bir ip gibi insanların boğazına oturan sokaklar, ufukların ardında insan içine karışmış bir gökyüzüne dönecektir. Burada mutluluk kişiliksiz bir duyguyken, uzaklarda acı bile yaşama bağlayacaktır insanı. (Bir Gün Ölümden Önce)
Ancak, hevesin ve hayalin, insanların gövdelerini durdukları yerde pervaneye çeviren kanatları, önlerinde açılan bir yola dönüşmez her zaman. Hele de taşrada … Taşranın masalı yine taşra olacaktır. Rüyası kendinde gerçekleşecektir. İnsan kendisine rağmen, kendisini sevmeden ne kadar yaşayabilir? Hangi mutsuzluk yüzünü balmumuna çevirirse çevirsin; hangi tenha zaman canında yaprak dökerse döksün; hangi uzaklar gerçeğini küçük düşürürse düşürsün, hiçbir yere varmayan bu kıyısız hayranlık, aynı hastalıkla sakat, varıp bir küçümseme refleksine dönüşecektir. Bu kez kendisini hayranlığın öznesine çeviren, başka dünyaları, başka hayatları küçümseyen bir reflekse. Hiçbir zaman ışımamış olan uzakların ışığı birden sönecektir. Kasvetin odaları başlayacaktır ışımaya. Bahçeler dört mevsimden yapılmış bir yaşama tutamağına dönecektir. Yıldızlar pencerelerde birer hayal boncuğu olacaktır yeniden. Elimizde olan budur. Bu, bizim hayatımızdır. Biriciktir. Hayranlığın tahtına kurulmuş küçümseme, yaralı aklımızı ele geçirmiştir: Uzaklar yalnızlıktır. Kötüdür. Korkutucudur. Bize bizden başka dost yoktur. “Cehennem, başkalarıdır.” (Sartre)
“İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır,” der Schopenhauer; taşra bu sözün, var olmak için çaba harcanmadan gerçeklik kazandığı yerdir. Yazgının bu peşin cezasından kurtulmak ağırdır, pahalıdır.
...
Biz hepimiz uzun uzun sıkılırız
Arkadaşlarımız da sıkılırlar ki bize gelirler
Boşlukta asılı bir Tanrı zamanı
Otururuz bütün hareketlerin dışında
Aynı sözleri her gün ilk kez söyleriz
Yalnızlığımızdan kopmuş bir taştır çocuklarımız
Yaşına gelmeden katılırlar bize
Pencerelerden yine kendimizi görürüz
ôyle uzak ki dünya avuçlarımıza
ikinci bir cezadır duamız kalbimize
Hoyrat ve sıkılgan gideriz kadınlara
Kadınlardan geliriz bir eksiklik cümlesi
Gölgemiz kendimizden daha konuşkandır
Hiçbir güzellik kışkırtamaz aklımızı
Yoktur ki acı olsun başkalarının yıkımı
Dışımızdadır ağaçların kanadı suların elleri
Toprakla deniz arasındaki fark
Birisinde susuz boğuluruz
Öteki nem bile değildir sözümüze
Her kapımız bir mezar taşı
Biz hepimiz uzun uzun ölürüz …Şükrü Erbaş, Pervane.
-
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski anısına...
"Babasıyla yıldızı bir türlü barışmayan Fyodor ölüm haberini aldıktan sonra içten içe onun ölümünü istediğini düşünerek dertlenir ve bunalıma girer. Sara nöbetlerinin ilkine bu karanlık düşünceler altında yakalanır. Bu hastalığı da yaşamını doğrudan etkileyen unsurlardandır…Dostoyevski yazarlığa başladığı sıralarda, Rus romancılığını etkileyen yerli ve yabancı temel unsurlar şöyledir: 1) Duygusal roman (başlıca Fransız), 2) Fantastik roman (başlıca Alman ve İngiliz), 3) İkisini gölgeleyen, yerlerine yerleşen, Gogol'ün yarattığı doğalcı roman. 1845’te yazmaya başladığı ve Ocak 1846’da yayınlanan, yoksulluk, dostluk ve sanat sevgisi gibi konuları işlediği ilk romanı “İnsancıklar” duygusal ve doğalcı romanın bir sentezidir. Dostoyevski bu romanla eleştirmenlerden büyük övgüler alarak edebiyat dünyasına girer…1846’da, sonrasında Kafka ve Sartre gibi isimleri de etkileyecek olan psikolojik gerilim romanı “Öteki” yayınlanır. Eleştirmenlerin sıkıcı bulduğu Öteki’nin ardından 1847'de yine beğenilmeyen Ev Sahibesi yayınlanır. Olumsuz eleştiriler Dostoyevski’yi etkiler ve hasta olur. 1848'de Beyaz Geceler ve Bir Yufka Yürekli’yi yayınlayarak bir nebze itibarını düzeltse de umduğu başarıyı yakalayamaz. Umudu kırılan Dostoyevski bir süre edebiyattan uzak kalmak ister ve siyasetle ilgilenir. 1849’da Çar I. Nikola’nın baskıcı yönetimine karşı faaliyet sergilediği gerekçesiyle sekiz arkadaşı ve abisiyle birlikte tutuklanarak hapse atılır. Kurşuna dizilerek öldürülme cezası alır. Sekiz aylık hapis döneminden sonra infaz edileceği yere götürülür. Son anda ceza Sibirya’da dört yıl kürek mahkûmiyetine çevrilir. Sürgün yıllarında saçları kazıtılır, damgalanır ve sara nöbetleri yüzünden sık sık hastaneye kaldırılır. Bu yıllarda suçu ve cezayı yakından tanır. Cezasını suçunun kefareti olarak kabullenir. Hapishaneye sokulmasına izin verilen tek kitap olan İncil’i sık sık okur. Hapishane acılarını dindirmesine yarayan İncil İsa’ya yeni bir inançla bağlanmasına; onu, günahkârları yaşama döndürebilecek tek güç olarak görmesine yol açar… 1860’da mahkûmiyetinde yaşadığı korkunç tecrübeleri, tanıştığı mahkûmlar ve gardiyanların zalimliğini anlattığı Ölüler Evinden Notlar’ı yayınlar. Tolstoy’un “Şu ana kadar okuduğum en iyi romanlardan bile daha iyi” dediği roman edebiyat dünyasında tekrar kabul görmesini sağlar. Mahkumiyeti sonrası, beraberinde pek çok övgüyü ve olumsuz eleştiriyi de getiren ilk büyük romanı olan Ezilenler yayınlanır. Yoğun çalışma temposu sağlığını bozar. Doktor tavsiyesi ile dinlenmek için Fransa, İngiltere ve İtalya’yı kapsayan bir Avrupa seyahatine çıkar. Bu gezinin ardından 1863’te Avrupa seyahatinde tuttuğu notlardan faydalanarak Batı kültürünü eleştirdiği Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları’nı kaleme alır. Aynı yıl yayımlanan bir yazı sebebiyle dergisi kapatılır. Belli dönemlerde yaşadığı maddi sıkıntıları yeniden baş gösterir. Mariya Dmitriyevna ile olan mutsuz evliliği, Maria’nın 1864’te ölmesiyle son bulur. Bu ölümün ardından kendi iç muhasebesinin bir ürünü denilebilecek; gerçek dünya ile bağını koparmış isimsiz bir yeraltı adamının anlatısı olan Yeraltından Notlar’ı yazar. Devam eden süreçte yine maddi sıkıntılar yaşar. Bunlardan kurtulma umuduyla Almanya, Wiesbaden’e kumar oynamaya ve bir süredir ilişki yaşadığı, hatta evlenmeyi umduğu Polina Suslova ile buluşmaya gider. Ancak umduğunun tersine, Suslova tarafından terk edilir. Bunun üzerine kendini iyice kumara verir. Bütün parasını rulette yitirerek giysilerini bile rehin bırakmak zorunda kalır. Rusya’ya dönmek için borç arar. Bir yayın yönetmenine mektup yazıp konusunu anlattığı Suç ve Ceza için avans ister, gelen parayla Ekim 1865’te Rusya’ya döner. Takip eden yıllarda yine maddi sıkıntılar ve sara nöbetleriyle geçen günler yaşar. Maddi yükümlülükler sebebiyle yayıncılarla imzaladığı ağır sözleşmeler, onu Suç ve Ceza (1866) ile Kumarbaz (1867) romanlarını büyük bir hızla yazmaya zorlar. Nitekim 1866’da, uzun süredir kurduğu ancak maddi sıkıntıların tetiklemesiyle tamamladığı; hırsızlık ve cinayet gibi suçların yüce amaçlarla işlenmesiyle bunlar cezasız kalabilir mi, vicdanın yükü nasıl yok olur gibi soruları sorduğu en büyük romanı Suç ve Ceza’yı tamamlar. Kumarbaz’ı … kumar tutkusunu ve Suslova’yla aşk-nefret ilişkisini işleyen güçlü bölümlerin yer aldığı bu yapıtını 1867’de, söz verdiği tarihte bitirir… Zorlu yaşam koşullarına rağmen 1869’da başkarakteri dürüst ve alçak gönüllü Prens Mışkin’in penceresinden toplumun değer yargılarına eleştirel bir yaklaşım sergilediği ve “Niyetim bütünüyle iyi bir insanı anlatmak” dediği büyük romanlarından bir diğeri olan Budala’yı kaleme alır. 19. yüzyıl sonu Rusya’sını kasıp kavuran şiddet çığırtkanlığına karşı bir haykırış niteliğinde olan ve en iyi siyasi romanlardan biri kabul edilen Ecinniler’i yazarken maddi sıkıntıya düşer. Yayıncısının gönderdiği para ile Rusya’ya döner ve romanı 1872’de tamamlar. Böylece tekrar aydın toplantılarında boy gösterir. Bu arada kitaplarının yayın sürecini üstlenen karısı sayesinde ellerine para geçmeye başlar. 1875’te yazdığı Delikanlı’da evlilik dışı bir çocuğun babasının sevgisini kazanmak için gittiği Petersburg’da yaşadıkları anlatılır. 1880’de Puşkin’in ölüm yıl dönümünde yaptığı konuşma dünya çapında tanınırlığını üst seviyeye taşır. Rusya’nın insanlık tarihindeki rolüne dair görüşleri seçkin dinleyici kitlesinin duygularını bile ayağa kaldırır. Bu konuşma daha sonra “Puşkin Konuşması” adıyla yayınlanır. Ömrünün son demlerini Petersburg yakınında küçük bir kasaba olan Staraya Russa’da karısı ve çocuklarıyla birlikte geçirir. Yürüyüşlerle ve roman çalışmasıyla geçen buradaki düzenli yaşamı içinde, yazıcılığını üstlenen karısının yardımıyla son romanı Karamazov Kardeşler’i bitirir. Dostoyevski’nin son romanı olan Karamazov Kardeşler, çıkarcı ve şehvet düşkünü bir babanın, her biri ayrı annelerden olma dört oğlunun sevgi, nefret, günah ve tutkuları çerçevesinde sürüp giden bir inanç arayışını, Tanrı’ya ulaşma çabasını temel alır..."
Kaynak: https:// twitter. com /iuefsosyoloji/status/1282556826509336576
-
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak
mevcuttu, tuhafınıza gidecek,
mevcuttu hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin New-York'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gök kubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
…
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz,
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber,
diyebilmek için…
https://www.youtube.com/watch?v=PqufXvfI7Gs -
Karşımdasın işte…
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an,
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan,
bitti artık hepsi…
https://www.youtube.com/watch?v=IimOJdhkohU -
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
https://www.youtube.com/watch?v=1qAaHU5Hp68 -
@plansız, içinde söyledi: Bazı Şeyler
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak
mevcuttu, tuhafınıza gidecek,
mevcuttu hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin New-York'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gök kubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
…
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz,
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber,
diyebilmek için…
https://www.youtube.com/watch?v=PqufXvfI7Gs -
-
Covid dolayısıyla mi? İnsanlar bu kadar hain? Daha bir çarpıcı düşme var, gözle görülür.
-
@strtmn Korona virüs birçokları için kullanışlı bir alet oldu, epey de kıyıcı sadece bedensel öldürücülüğü değil, sebep olduğu ruhsal tahribat şimdilik fark edilmiş bile sayılmaz. İnsani özelliklerimizi unutma sorunu ile karşı karşıyayız, belki geçince eskisi gibi oluruz diyebiliriz lakin birbirimize olan ‘güven’ duygumuz fazlaca hasar gördü. Araya giren mesafeler birbirimizden uzaklaşmamıza da sebep oldu. Bu ‘uzaktan bakış’ bir ‘uyanma’ şeklinde hayırlı fark edişlere vesile oldu ise ne ala… sanıyorum burada önemli olan; insanlardan uzaklaştığımızda kime yaklaştığımız?
Şu bir gerçek; virüs, insanların zaten hasarlı psikolojilerini daha da bozdu ama birinin psikolojisinin bozulmuş olması ona başkalarına karşı insana yakışmayacak şekilde davranma meşruiyeti sağlar mı, sanmam. Peki virüs yokken bu insanlar nasıldı, konu genellikle ‘karakter’tir. Kişiliğini inşa edememiş, genellikle zayıf karakterli insanlar için sadece ‘an’ vardır. Geçmiş ya da gelecek yoktur. Dolayısıyla bir sorumluluk hissetmeksizin an’ı yaşarlar. Halbuki şimdiki zaman, sallanan bir köprüdür, üzerinden gelip geçeriz. Geçmiş ve gelecekle olan bağını sağlam kuramazsak ‘an’ yıpratıcıdır, aldanmamak gerek dostum.
-
@plansız bazılarını anlamak mümkün değil, dostum...
-
@strtmn haklısın dostum...
https://www.youtube.com/watch?v=BPG14Ecs3qc -
Her sınav dönemi aksilikler oluyor
Ya da daha mı duyarlı oluyoruz aksiliklere
Kimi tereyağından kıl çeker
Kimi deveye hendek atlatır
He bir de Murphy kanunları var.
Neyse -
Çok uzun zamandan beri ilk defa olarak annemi düşündüm. Bir ömrün sonunda niçin yeni baştan nişanlandığını, niçin yeniden başlamaca oyunu oynadığını anlar gibi oldum. Orada, ömürlerin sönmekte olduğu o yurdun etrafında da akşam, hüzünlü bir sükun anı gibiydi. Ölüme o kadar yakınken de annem orada kendini kayıtlardan, bağlardan kurtulmuş ve her şeyi yeniden yaşamaya hazır bir halde hissediyordu, herhalde? Hiç kimsenin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktur. Ve ben de kendimi her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissettim.
Albert Camus, Yabancı.
...
... -
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
https://youtu.be/sB85cobT6Uk -
Cihangir Aşurov -
...
Divan-ı Hikmet, Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi
...
selam Türkistan'a... -
Kalbimde maziden bugün izler var
Her siyah saatım bu izle erir
Ruhumu geçmişin hicranı sarar
Doğanlar ölür ölen dirilir -
Eskilerde bir şey var mı değil mi tadına doyulmaz. Bir yerde okumuş ya da duymuştum; nostaljiye ilginin mutsuzlukla ilgisi var diyordu. Bu arkeolojik kazıları bile biraz öyle açıklıyordu. Bugününden mutlu olmayanlar genelde geçmişe özlem duyar, diyordu. Haklılık payı olabilir ancak şimdilerde emek emek işlenen; şiirden şarkıya, güftesi ve bestesiyle, icrasıyla insana dokunan kaç eser üretiliyor ki sahiplenelim diyerek klasiklerden bir şarkıyla devam...
https://www.youtube.com/watch?v=E0lI5169AYM -
...
Tutunamayanlar, Oğuz Atay