...
Aradan çok zaman geçmiş, elinde soldurduğu tüm çiçeklerden bir buket ile çıkagelmişti o yoldan, bekleyişin derin izlerini taşıyan kapıma. Hem çok beklenmiş hem de ansızın olmuştu bu. Yüzünde yılların açtığı yol izlerini aşmaktan yorulmuş bir durgun ifade, gözünde üzerini toz örtmüş bir gaz lambasının solgun parlaklığı ile elindeki bukete dönmüş yüzünün tam üzerinden bana bakıyordu. Çocuktu, hala hesapsız gibiydi kocaman bakışları. Beni görüyor muydu? O kadar erimiştim ki yürüyüp geldiği kapıda beklerken, beni bulmak isteseydi gerçekten her halukarda boynu bükük gelmeliydi. Saçından damlalar süzülüyordu küçük yuvarlak omuz başlarından aşağı küçük birer ip gibi sarkıyordu bu damlalar. Sanki her biri tepelerden kendisini bırakmış, denize varmaya çalışan sular gibiydi. Varacakları yerde deniz yok, beton vardı, birikmiş damlalardan oluşan minik gölleri saymazsak. Tanıdık bir ses sanki çok uzaktan seslenir gibi mırıldandı. İyi tanıyordum ama unutmuştum. Unutmuş muydum? Yoksa sadece unutmaya kendimi ikna mı etmiştim? O konuşurken ben kocaman açılan gözler görüyordum, yukarı kalkan ufak bir baş, eliyle düzeltmeye çalıştığı bağımsız 5 tellik bir perçem görüyordum. Ama kalkmıyordu başı, gözleri açılmıyordu ve perçemini düzeltmiyordu konuşurken.
Bir çay koydum. Yüksek tepelerden toplanmış bir çay, yanına iki tutam ıhlamur ekledim, kokusunu içime çekip de zihnime şifa diledim. Aklım kaçıyordu, takılmış dolu dizgin ömrümün ardına. İkisi de birbirinden hızlı koşuyordu, zamanı yavaşlatırcasına. Her biri bir ömür günlerden iki ömür devşirdim. İkisini de yangının ortasında buldum da şaşırdım. Tel paslanmış, dem tükenmişti. Kocalmıştı ağaran kirpik uçlarımda kıdemli bir damla. Soluğum hırıltılı, sesim çatallı ve kulaklarım eskisinden hantaldı sesi süzmek konusunda. Yine bir balkonum vardı, fesleğenlerim, başka başka çiçeklerim ve kurusunlar diye astığım düşlerim. Ama ne zaman içim geçse bir kitabın ya da yazdıklarımın başında yağmur yağıyordu üzerlerine. Islanıyorlardı hep ve asılı kalıyorlardı yine. Ya ilmeği iyi geçirmemişti cellat, ya da kısa gelmişti ip idamları için. Ölmüyorlardı. Gülmüyorlardı. Öylece sallanıp kalmışlardı nihayetsiz bir arafta. Ne yanıyor ne de sönüyorlardı hükümsüz bir kabir sorgusunda.
Çatlak mermere suları sızmış, oradan da bir ot can bulmuştu ayağımı uzattığım yerde. Böylesi umutlar bulmayı kim öğretmişti bize ve kim tutuşturmuştu bu eksik hayatı elimize? Gelenin gönlünden fışkıran güneş, gidenin sırtında batıyordu. Ama günler bitene dek yeniden doğacak beklentisi ile savrularak yaşıyorduk. Biraz Erbaş-ça aykırı yaşıyorduk üstelik. Daha güzel bir dünya mümkün. Hem olmayadabilir olsun. Bizim kuşlarımız başını saklasa da kanatlarının altına bir gün yeniden uçmak için inatla yaşayacaklar. Hem Güneş batıdan da doğsa, kıyamet de olsa biz sanki sonumuzu bekliyorduk. Savrulsun içimizdeki dağlar hallaç pamuğu gibi, yarılsın mavi göğümüz sonunda biz yaşadık demek istiyorduk,
sonunda gelecek kıyamet de olsa eyvallah.
...