Bazı Şeyler🎶📚☕🎬📝
-
baktım rüzgarsın sen
baktım çamaşır ipini zorluyorsun
hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
ayağına terlik giy
bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsunbiz satranç oyuncusuyuz sevgilim
üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz
inanıyoruz ceketlere düğmelere
inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası
bir tek şahımız duruyor sevgilim o da evli iki çocuk babasıkelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar
buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz
herkese küsmek için
hemen o cumartesi buluyoruz hemen o pazaryaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim biraz da kekik toplayalım
kıymetini bilmediğimiz şeyler varyaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zamanama baktım sen rüzgarsın sevgilim
kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
başucunda bir bardak su
beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsunBir Kitabın Sayfaları, Barış Bıçakçı.
...
https://youtu.be/Ck3qsT0aOcQ -
@plansız son kisim özgürlük uzerine, yersiz yurtsuz (agnes varda) 'un şu repligini hatırlattı:"sonsuz özgürlüğü secmissin ama sonsuz yalnızlık elde etmişsin."
-
...
Ben bunca yıl bunca insan tanıdım
Yüreği zehir dolu; yine de insanlardan
Kesmedim umudu, insan dedim
Yekindim; paylaştım varı yoğu.Ben neden dudaklarının arasında
İğneler tutan bir terzi suskunluğunu
Prova ediyorum şimdi bu yol boyu
Kederle yürürken dağlara doğru?Neden kedi seven bir insan
Olduğumu biliyorum da
Kedisiz ve sevgisiz getiriyorum
Yaşadığım günlerin yaprak döken sonunu?Cevapsız sorunun boynu büküktür;
Hemen anlar yetim olduğunu.
Ben neden hâlâ duyuyorum avucumda
Bir çocuk elinin sızlayan boşluğunu?Hipodromda yatıp kalkan bir adamın
Ölü bulunduğunu yazdı gazeteler
Geçenlerde haber olarak.
Tokatlıymış ya da Çorumlu.Bıraktığı nottan öğrenilmiş
Son isteğinin ölürse terminale
Götürülmek olduğu.
Hipodromda yatıp kalkan bir adam kimin umuru!Acılarla sorularla tiftikledim
Bunca insanın mutsuzluğunu.
Düşündüm kendi sonumu. Hayrettir;
İçim içime nasıl da sığıyordu!Metin Altıok.
...
çünkü beyaz bir gemidir ölümsiyah denizlerin hep
çağırdığıbatık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölümyanık otlar gibi
sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm..Behçet Aysan.
...
https://youtu.be/2f1I3y7_-ok
...
https://youtu.be/whCG0LWPwVk -
@elisa Okuyunca aklıma direkt ölümü getirdi İzlemediğim bir filmden replikmiş. En yakın zamanda izleyeceğim dostum
-
@plansız Varda yanılmıyorsam bir röportajında bu film icin bazı sosyal problemlere karşı aşırı tepkim diye bahsediyordu. İzlerken bu ifadyi göz önünde bulundurmak iyi olabilir. Ayrica bir degerlendirmenizi alırız artık film uzerine:)
-
@elisa Konu, kadın ve toplumsa ayrıca hoşuma gider, izleyeyim de değerlendirelim beraber
-
Hasret 'iz..
-
Günler damlıyor ama aynı kaba değil... Günler aynı kaba damlamalı...
... Geçmişteki bir güne dönüp tamir etmesi gereken bir şey varmış gibi hissetti... Yıllar öncesine geri dönüp bir vidayı sıkması, bir çiviyi çakması gerekiyor sanki, ancak o zaman şimdiki hayat biraz bir şeye benzeyecek, yolunda gitmeyen şeyler düzelecek.
... Güzel bir gün neden uyuma arzusu verir, biliyorum ben... bu güzel güne, saatlerin, dakikaların söylediklerine karşı çıkarak, hatıraların arenasında dövüşerek, insanlık tarihinin enkazından her nasılsa sağ çıkarak vardım ben. Şimdi gerçekten de uyumak istiyorum, yorulduğum ya da uzun bir mücadelenin sonunda güzel bir şeye kavuşmanın huzurunu hissettiğim için değil, güzel günün, güzel şeylerin geçici olduğunu unutmak için uyumak istiyorum. Geçicilik duygusunun insanı hep hazır olda tutan despotluğundan kaçmak için uyumak istiyorum. Böylece güzelliğin daha da küçük daha da geçici bir parçasına razı olduğum için uyumak istiyorum.
... Rıfat'ın işleri pek de iyi gitmiyor... Rıfat'ın önünde iki seçenek var: ya test kitapları satmaya başlayacak ya da bir film çekecek ve ünlü bir yönetmen olacak... Rıfat, bir film çekmek için kolları sıvıyor.
... İnsan kendimi savunayım derken, kendine kolayca razı oluyor Rıfat Bey...
... Rıfat çoktan ölmüş olabileceğinden şüphe ediyor ve kendi kendine şöyle diyor: Yaşamadan ölebilirdim ama ölmeden yaşayamıyorum, her neyse.
...
Her gün o kadar çok acıya tanık oluyoruz ki ben de artık asgari ahlak sahibi pek çok insan gibi mutluluk rolü için dublör kullanıyorum, dedi Rıfat. Onu da bulamayanlar var, diye cevap verdi deli.Seyrek Yağmur, Barış Bıçakçı.
-
...
"Ay vurunca çatlatır göğsümdeki mahşeri
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim"
...
https://youtu.be/4Tr0otuiQuU -
Yazdıklarım bir kitaptan alıntı değil ama ara sıra böyle amatörce denemeler yazmayı çok seviyorum bu da kendi yazdığım bir deneme
Özlediğim bir his var diye başlıyorum söze
Elimden geldiğince özlediğim hissi tanımlamaya çalışıcamLise yıllarını düşünüyorum şimdi, okulun son haftası haziranın ilk haftası, haliyle okulda çok kimse yok, lisede yatılı okuldaydım ve devlet yurdunda kalıyordum, ara sıra öğrenciler yemekhanede nöbet tutar yemek yapımıza yardım ederdi
Ve o gün ben yemekhane nöbetçisiyim, yemekleri yapan ustamıza yardım ediyorum tabaklardaki su lekelerini temizliyorum tek tek, aşçı usta ile muhabbet derken saat 5 e yaklaşıyor, güneş de batıyor yavaş yavaş. Yemekte de mısır çorbası börek ve yanında meyve suyu var, 4 yıl boyunca gördüğüm en sevilen menü. Derin dondurucuda hafif buzlanana kadar beklettiğimiz meyve sularımızı bahçede top oynayan çocukları oynarken içiyoruz, dediğim gibi güneş yeni yeni batıyor, hava sıcak değil soğuk da değil tam en sevdiğim ilkbahar havası, işte ÖZLEDİĞİM HİS sanırım bu.Şimdi gelelim diğer bir güne, gene bir ilkbahar günü bu sefer okuduğum üniversitenin kütüphanesinde ders çalışıyorum güneş gene batmaya yakın veya saat 14 15 civarları dışarda voleybol oynayan çocukların sesleri geliyor.
Bir DİPNOT:
“ÖZLEDİĞİM BİR HİS VAR DOKUNAMAM VE GÖREMEM ÇOCUKLARIN SESİ GİBİ NE OLDUĞUNU BİLEMEM”
Hava gene çok huzurlu çünkü ne sıcak ne soğuk tam ilkbahar havası kış bitmiş yaz geliyor diye herkes neşeli.Tam aklıma bir şey geliyor ÖZLEDİĞİM BİR HİS var ama ne olduğunu bilmiyorum
Sonra bir gün Milli Kütüphanede ders çalışırken balkona çıkıyorum hava almaya Atakuleyi izlerken bir anda Eskişehir yoluna ilişiyor dikkatim, eski okulumun olduğu o Eskişehir yoluna, alışamayıp yarım bıraktığım üniversitemi hatırlıyorum
Diyorum ki içimden kulaklığımdaki müzik eşliğinde
ÖZLEDİĞİM HİS İŞTE BUYDU
Sanırım en çok lisemdeki az önceki anlattığım sahneyi ve yarım bıraktığım okulu özlüyorum ORDA OLMA HİSSİNİ ÖZLÜYORUM -
Gönül senden özge yar bulamadım .
-
@elisa, içinde söyledi: Bazı Şeyler
@plansız son kisim özgürlük uzerine, yersiz yurtsuz (agnes varda) 'un şu repligini hatırlattı:"sonsuz özgürlüğü secmissin ama sonsuz yalnızlık elde etmişsin."
@plansız, içinde söyledi: Bazı Şeyler
@elisa Okuyunca aklıma direkt ölümü getirdi İzlemediğim bir filmden replikmiş. En yakın zamanda izleyeceğim dostum
Filmi izledim dostum Üzerine düşünülesi, güzel bir filmmiş, teşekkür ederim tavsiyen için. Agnes Varda ile tanışmama da vesile oldun. Anladığım kadarıyla feminizm, anarşizm ideolojilerine selam gönderen bir film. Filmdeki anlatımıyla özgürlük, bu toprağa yabancı bir kavram, beni de bu haliyle cezbettiğini söyleyemem ne de olsa modernizmden payımızı almış insanlarız. Konfor, güvenlik gibi bir sürü şeye alışmışız Yine de çoğumuzun, felsefe masterlı adam gibi doğayla barışık, kırsal temalı hayallerimiz var değil mi, bir gün her şeyi bir kenara bırakıp kendimizi bulmaya kaçacak gibiyiz. İşin esprisi bir yana, Mona, Türkiye'de otostop çekerek gezen, barış turuna çıktığını söyleyen gelinlikli kadın turisti aklıma getirdi. Öldürülmüştü. Filmi bilmeden yaptığım ölüm yorumunun isabeti. Bir insanı öldürmek için araç olarak silaha gerek olmayıp umursamayarak da ölmesine katkı sağlanabileceği gerçeği. Bir yürüyüş ve yol filmi olunca, Doğu'nun 'seyyah oldum, dolaştım şu alemi' yorumunu arıyor insan
Varda'ya göz ucuyla bakınca Fransız sinemasının yeni dalga akımından da haberdar oldum. Bunun yanında filmdeki sanatsal anlatımı beğendim. Yönetmenin fotoğrafçılık tecrübesinin kattığı perspektif filmin derinliğini artırmış. İki kadının ellerine odaklanan sahne, çoçuğu okula gönderecek misiniz sorusuna cevaben -yanılmıyorsam- söylenen; babasının felsefe masterının olması belki çocuğun eğitimini kendileri tamamlamak istiyor fikrini akıllara getirmesi, Mona'nın toplumsal değerlerle çatışması, hayatı sorgulaması esnasındaki yolculuğunun fazla toza, çamura bulanmadan neredeyse doğrudan anlatılması. Birkaç kez yinelenen dış görünüm vurgusu dikkatimi çekti İnsanların arasında onlar gibi olmadan, bir nevi onlara kendini kabullendirmeden varolamamak Kısaca toplumun bizlerden beklediği birlikte yaşamanın asgari ölçülerine adaptasyon konusu, kadın kimliğine biçilen ve kadının tercih ettiği rolün çatışması, sonuçları, hayatını belli bir düzene koymuş, yerleşik insanın, bağlılığı reddeden, uyumsuzlara karşı bakış açısı gibi varoluşa dair sorguların yansıtıldığı, düşündüren bir film.
-
@plansız öncelikle kaleminiz dert görmesin diyelim bir an yeniden izlemiş gibi oldum. Filmin daha başında kadının öldüğünü görüyoruz. O an "ama bütün büyüyü bozdun" diyesi geliyor insanın ama demiyoruz. Malum film endüstrisi duygularımızı az somurmemis belgesel tadında gelmişti bana özellikle kameranin sürekli kadını takip etmesi, cok fazla müdahil olmaması hoşuma gitmisti. simgesel anlatıyla çok fazla eleştiri vardı. Hastalıklı ağaçların kesilmesi, iyileştirilmesi kısmında kim hastalıklı biz mi o mu? Bahçedeki demir parmaklikli demirlerin ardinda koklerine bağlı ağaçlar, Durmadan yürüyen, akan bir kadın önlerinde. Ayrıca küçük kızın elinde ekmek demir Parmaklıklarin ardına kadar izlendiği sahne. İki kadının masada ellerini gördüğümüz sahne de oldukça etkileyiciydi. İlk etapta kadının topluma daha dagrusu birbirini besleyen etik ve iktisadi ilişkilere yabancilastigini gibi görülse de filmdeki karakterler kadını anlatmaya başlayınca tek tek klişeleri sayıldığını,onu tanimadiklarini farkediyoruz asil yabanci kim sorusuyla. Dogal yaşamına yabanci olanlarin dolayısıyla doğal ölümüne yabancı oldukları gercegiyle karşılaşıyoruz. Agaçların yere düşme sahnesi sanki köklerinden kurtuluş gibi gelmişti. Daha da fazlası vardı mesela bu tarz konularda çok fazla ajitasyon yapılır bütün fİlm boyunca. Şöyle şöyle olduğu için reddettim o şekilde yaşamayı vs ama burda yalnızca profesorle konuştuğu bir sahne de dile getiriliyor olması, konunun biraz bizim suzgecimize birakiliyor olmasi da güzeldi. Feminizm konusuna girmiyorum hem kavram çok fazla bulaniklastigi için hem de toplumsal alerji:)
-
@elisa Hemen hemen aynı hislerle izlemişiz dostum çınar ağaçları gibi fazlaca metafor kullanılıyor filmde, eleştirinin bombardıman halinde değil de daha bir sohbet havasında yansıtılması da güzel. Mesela adam ifade verirken diyor ya hırsızlık olayı için benim yeğenimle ilgisi olamaz, güzel giyinmeye çalışan, bir dolap dolusu kıyafeti olan biri, bu işlere bulaşmaz ama öteki... Genel olarak pejmürde birini görünce her türlü kötülüğün ona yakıştırılması, parası olan, sistemle barışık insanın günahsız sayılması gibi yerinde toplum eleştirileri var.
Son olarak beni etkileyen sahnedir onu da paylaşmak istedim, ölümü ile ilgili konuşanlardan bir inşaat işçisi diyor ki keşke onunla konuşsaydım, onun gibi yalnız gezen kızlar burda pek olmadığından yapamadım. Bu fikir benim insana ilişkin düşüncelerimle fazlasıyla ilgili. Bir insana selam vermenin, bazen iki cümle samimi muhabbetin çok derin manalar ifade edebileceğini düşünürüm. Bazılarımız diğer bazılarına göre daha romantiğiz evet Kendisine bir tebessüm gösterildiğinde insanlığa dair ümidi canlanacak insanlar biliyorum, tabi bir gülüşün altında binlerce fesat düşünce arayacak olanlar da. İkinci kısmı düşünerek yaşarsak onun adı yaşamak olmaz, riskli mi evet ama birinci kısmı ihmal edersek zaten tabutumuzun etrafında dolaşan ruhlardan farksızızdır. Mona, kendisini göndermek zorunda kalan bağ işçisine, o güne kadar yaptığı iyilikleri hiçe sayarak bir karşılık verdi, çünkü insan vefalı olduğu gibi nankörde. Bu yüzden kaynağını insanın ötesinden alan ve karşılığını da yine insandan ummayan bir yaklaşım bize de karşımızdakine de iyi gelebilir. İnsan, insanın aynı anda hem nasıl derdi hem de nasıl dermanı olur, işte böyle, birbirimize olan yaklaşımımız bunun bir yansıması
-
@plansız Siz deyince işçiyi hatırladım simdi. izledikten sonra Mona’ya en çok yaklaşabilen kişilerden birinin o olduğunu düşünmüştüm. Şunu da eklemek isterim film kesinlikle rahatsız edici. bazen bakışlar, bazen sözler, alaycı yakıştırmalar vs. Kim aslında acınası durumda karakterlerin bazısında bunun öfkesine rastlıyoruz. yer yer biz bile akışa kapılıp öfkeleniyoruz. Onu durdurmak istiyoruz. Bu kadar duygusuz, boş vermiş bir karakter olur mu diye. Kimi kesitlerin sıkıcı olduğu bile düşünülebilir. dediğiniz gibi çok fazla metafor var bunları anlamlandırmakta bir o kadar zahmetli gelebilir. O yüzden beğenmeseydiniz de anlardım. Ama beğenmenize sevindim.gülümsemek üzerine söylediklerinize katılıyorum. bunun üzerine bir manas yazabilirim ama enerjim sifır Velhasıl Varda belli ki eleştirilme hakkını da sonuna kadar kullanmış. kıyıda köşede kaldığını düşündüğüm bir filmdi. İyi ki de öyle..
Bela Tarr'ın sinema üzerine şu röportajını da bırakayım bırakayım giderayak:) -
Yüzyıllar sonra, şehrin insanları hastalıklarından ve cehalet uykusundan başlarını kaldırıp da bilginin ışığını gördüklerinde, şehrin en güzel bahçesine onun bir heykelini diktiler ve yazdıkları kendilerine özgürlüğü getirmiş olan ozanın anısına her sene şenlikler düzenlediler.
Tanrım, insanın cehaleti ne kadar acımasız!Bir Gözyaşı ve Bir Tebessüm, Halil Cibran.
-
“Öyleyse, işine yarayacaksınız! Durduğu yerde adam, düşmanının işine yarar mı? Olur mu böyle şey?”
“İşine yaramak bizim de işimize geliyorsa bal gibi olur!”
“Demek punduna getirdiniz!”
“Tam! İspatı da, milletin daha şimdiden Serbest Parti’yi tutması...”
“Bu tutmak nasıl tutmak, durdun mu üstünde hiç?”
“Nasıl ne demek? Tutmak tutmaktır.”
“Bizim milletin tutması çeşitli olur da... Birincisi... Eli sopalı rezil iktidarlara karşı, kim çıkarsa çıksın, onu mutlaka tutar... Onu bu yoldan yere çalmak ister. İsterse bu iş, çeteler arası boğuşma olsun! Bahtını mutlaka dener bizim milletimiz... Böyle sıralarda eli sopalılara karşı çıkanın kişiliği hiç umurunda değildir. Baskı biraz azalsın da n’olursa olsun! Çünkü bizim millet, dış görünüşündeki aldatıcılığa rağmen, hürriyetsizlikten iğrenir. Çünkü tarihinde, Batı’dakine benzer kölelik dönemi yaşamamıştır. Yani ne köle olmuştur ne de köle çalıştırmıştır. Bunun için her çeşit hürriyetsizliği insanlık onuruna hakaret sayar. Aslında halklarına baskı yapan idareler, isteseler bile halkçı olamamış pis idarelerdir. Halkçı olamamak, soygunculuktan, bir de yeteneksizlikten gelir. Ya da soyguncularla, yeteneksizlerle başa çıkamayacak kadar hayvan olmaktan... Bunlar bir de hadlerini bilmeden baskı yapmaya yeltenirlerse bizim millet onları katiyen bağışlamaz. Ayaklanıp tepelememesine aldanmamalı... Baskıcıları er geç bitireceğine güvendiğindendir. Tarihimizde bunların iflah olmuşu hiç yoktur. Rezillikle gitmişlerdir. Hepsi de mutlaka kendi pisliklerinin içinde boğulmuşlardır.”
“İkincisi?”
“İkincisi, Deli Avukat, herif yenidir. Önceden hiç denenmemiştir. Gayet bunaltılı bir geçitte apansız karşısına çıkarılmıştır. Bizim millet ondan iyilik umar. Bu umut katiyen herifin söylediği palavralarla ilgili değildir. Eski pisliğe karşı, yeni çıkanı tutar bizim millet, iktidara gelene kadar... Fakat iktidara geldiğinin haftasında, tarihsel deneylerinin verdiği sezgi gücüyle ne mal olduğunu hemen anlar herifin... Umduğunu bulamadıysa, hemen kabuğuna çekilir. Ortalığı madrabazlara bırakır. Yani herifi acıklı kaderiyle, yani rezillikleriyle baş başa bırakır. Biz aydınlar gibi kendi kendini kandırıp tekrar tekrar aldanmaz. Boş yere tekrar tekrar umuda kapılmaz.”
“Ya şimdiki tutuşu?”
“Şimdiki tutuşunu, gel, İzmir olaylarından çıkarmaya çalışalım: Ne demiş çocuğu vurulan adam? ‘Bizi kurtar!’ demiş, ‘Bizi bu mutemetlerden kurtar!’ demiş... Anladın mı kurnazlığı? Çocuğunun ölüsünü taşırken başvurulmuş gerçekten Shakespeareyen bir kurnazlıktır bu...”
“Nerden çıkarıyorsun?”
“Bak nerden! Bunları kimden kurtaracak Fethi Bey? Parti mutemetlerinden... Kimdir bu mutemetler? Halk Partisi’nin görevlileri... Yaptıklarından kim sorumludur bunların? Halk Partisi... Mutemetler ya halkın yararına çalışıyorlardır. O zaman çocuğu vurulan adam halkın sırtından geçinen rezil soygunculardan biridir. Mutemetleri, namussuzluğuna yol vermedikleri için istemiyordur. O zaman bu adamın sözü makbul değil... Ya adam hayrını şerrini bilmeyecek kadar aptaldır. Sözü gene makbul değil. Bunun tersi, mutemetler halkın zararına çalışıyorlar. O zaman bu kadar uyanık, bu kadar cesur, hele ölümü göze almış halk, bu kötülüğü, çeşitli yollardan merkeze bildirmemiş olmaz. Bu durumda, Halk Partisi kötülükleri ya güçsüzlüğünden önleyemiyor ya da çıkarı kötülükte olduğundan önlemek istemiyor. Gerçek buysa, Fethi Bey’e, ‘Bizi mutemetlerden kurtar!’ demek kurnazlıktır. Bunun anlamı, ‘Bizi Halk Partisi’nin en tepesindeki kodamanlardan kurtar!’ demek olur.”
“Elbette... Haşşunu bileydin!”
“O zaman da, böyle bir köklü kurtarışı Fethi Bey gibi kimliği belli birinden beklemek enayiliktir. Bir şey yapabilir mi Fethi Bey, bugünkü durumda? Hayır, hiçbir şey yapamaz. İşte burası, sözüme kulak ver Deli Avukat, İzmir halkının, hatta bütün Türkiye halklarının umurunda değil... Halkımız, önemli bir çoğunluğuyla, önüne çıkarılan bir fırsatı kullanmaya bakıyor. Baskıyı biraz aralayabilirse... Hele beklenmez bir alıklığa getirip sırtından büsbütün silkip atabilirse ne mutlu!"
Yol Ayrımı, Kemal Tahir.
-
Bir başka büyük etkiyi de Çorum’da yaşadım. O yıllarda adliye müfettişi olan babam, yaz tatillerinde teftişe giderken bazen beni de götürürdü. Çorum ve ilçe adliyelerini denetleyecekti o yaz. Bir gün yolumuz Mecitözü ilçesine düştü. Adliyede incelemelere başlayan babam, savcıya o yörelerde iyi saz çalan bir âşık olup olmadığını sordu. Çok ünlü biri varmış. Beni kulübe gibi bir eve götürdüler. Orada yaşlı, sakallı bir dededen bağlama dinledim. Müzik yaşamımın belki de en önemli günüydü o, yaşamımın yönünü değiştirmişti. Dede erenlerin çaldığı alet, daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Radyo sazı denilen o yavan ve sıkıcı üsluptan o kadar farklıydı ki, anlatamam. Ezgiyi üç telde tamamlıyor ve akorlarla zenginleştiriyordu. Klasik gitar tekniğiyle işleyen sağ eli öylesine ritmik bir zenginlik çıkarıyordu ki ortaya, şaşıp kalmıştım. Nefes almaya korktuğumu hatırlıyorum.
Çaldığı deyişler de farklıydı. Anadolu’nun arkaik sesleriyle ilk kez karşılaşıyordum, çok heyecanlanmıştım. Bağlamayı incelemek için izin istedim dededen. Elime aldım ve hiçbir şey çalamadım; benim tanıdığım çalgı bu değildi. Tellerin hangi seslere akort edildiğine dikkat ettim; o günden sonra en büyük çabam o çalgıyı öğrenmek oldu.
Yıllar sonra ilk plaklarım çıktığı zaman değişiklik duygusunu yaratan, beni diğerlerinden ayıran, “Ne güzel bir saz çalma biçimi,” dedirten etki budur. “Karlı Kayın Ormanı” gibi birçok parçamın bestelenmesi, o dedenin bana tanıttığı uçsuz bucaksız pentatonik yani beş sesli temele dayanan müzik kaynağı sayesinde mümkün olmuştu.
Dedeyi tanımadan önce saz hoş bir oyuncaktı benim için. Radyoda yayımlanan halk müziği programlarından nefret ediyordum. Hiçbir müzikal çağrışım yoktu yaptıkları işte. Bu yüzden “Portofino” gibi, “Tom Dully” gibi parçaları ya da İspanyol flamenkolarını çalmaya özeniyordum ama dede farklıydı. Çok ciddi ve çok zengin bir müzikti onun yaptığı. İleride bunu daha iyi kavradım.
Dedenin çaldığı bağlama tarzı, dünyadaki pentatonik müzik geleneğinin en usta örneklerinden biriydi. Bu müzik yoluyla Uzakdoğu’dan İrlanda folk müziğine, Afrika’dan blues’a kadar her akraba müzikle ilişki kuruyordunuz. Yapılan müziğin temelinde armonik bir uyum vardı. Eğer o dedeyi dinlememiş olsaydım ne saz çalmaya devam ederdim, ne de beste yapardım. Batı müziğini tanıdığım için radyo sazı yavan ve tatsız geliyordu. Çalgıyı neredeyse bırakmıştım.
Ankara’ya dönünce böyle bir sazı nasıl yaptıracağımı ve bu üslubu kimden öğrenebileceğimi araştırmaya koyuldum. Sonunda bir atölyesi olan Yusuf Erenler’i buldum. Dükkâna girdiğimde orta boylu, hoş yüzlü, bıyıklı bir adam, bir yandan elindeki sapı rendeliyor, bir yandan da talaşlar arasına yerleştirdiği bir çay bardağından rakı içiyordu. İçeri girince bana soğuk soğuk baktı.
Bağlama düzeni saz yaptırmak istediğimi söyledim. Uzunca bir süre süzdü beni. “Sen saz çalmayı biliyor musun ki?” diye kuşkulu, hatta alaycı bir ifadeyle sordu. “Biliyorum!” dedim. Duvarda asılı sazlardan birini uzattı, “Çal bakalım o zaman!” dedi. Ben de bildiğim usulde saz çalmaya başladım. Gözleri hayretle açıldı, “Yahu sen gerçekten çalıyorsun,” dedi. O andan itibaren ünlü saz ustası Yusuf Erenler’in müthiş takdirini kazanmıştım ama ne yazık ki hemen arkasından sordu: “Adın ne?”; “Ömer!” dedim, iki ismimi de kullanıyordum, o gün de Ömer diyeceğim tutmuştu. Saz ustası bunu duyar duymaz kıpkırmızı kesildi ve “Neee! Ömer mi?” diye bağırdı. “Hemen çık git bu dükkândan!” Neye uğradığımı şaşırdım, ne dediğini anlamadım. Sonra benim halimi gördü ve dedi ki, “Sen bilmiyorsun ama Ömer ismi bizde yasaktır. Arkadaşlar gelir de burada bir ‘Ömer’ görürse yandık.”
O zamana kadar ben ne Alevi kavramını duymuştum, ne mezheplerden haberim vardı, ne de Ömer, Bekir ve Osman isimlerinin 1400 yıldır yasak olduğundan...
“Ama benim bir adım da Zülfü,” dedim. Yumuşadı, “Haa, o zaman olur!” gibi bir şeyler söyledi. Sonra onunla çok iyi dost olduk. Bana hem güzel sazlar, curalar yaptı, hem de bağlama düzeni çalmanın tekniklerini kaptım ondan. İlk albümlerimi de şimdi ölüp gitmiş olan bu efsanevi ustanın sazlarıyla kaydettim.
Zülfü Livaneli, Rüzgârlar Hep Gençtir.
...
https://youtu.be/LY0eR9KWYTQ -
1960’ların ortalarında Türkiye yeni bir seçime gidiyordu. Ankara’da mitinglere katılıyor, avazımız çıktığı kadar “Gelin canlar bir olalım,” diye haykırıyorduk. Hepimiz kardeştik, dünyada da kardeşlik ve eşitlik istiyorduk. Konserler, toplantılar birbirini izliyordu.İnce Memed’in yazarı Yaşar Kemal kalın sesiyle “İşçiler, köylüler, kardeşlerim!” diye sesleniyordu radyoda.
Sürekli kitap okuyorduk. Genç kuşaklar bir kültür şokuna uğramış gibiydi: Politik oyunlar sahneleyen tiyatrolar kuruluyor, Anadolu aşıkları on binlerce kişiye konser veriyor ve her gün yayımlanan kitaplarla Türkiye, üzerine bir çavlan gibi dökülen sol söylemin heyecanını yaşıyordu. Vietnam Savaşı’na karşı çıkıyorduk. Üniversitelerde düzenlenen panellerde Amerikan emperyalizmi eleştiriliyordu. Kendi köşelerimizde sessizce yürüttüğümüz entelektüel dünya özlemi, kitlesel harekete dönüşmüştü.
O dönemde bilmediğimiz şey, sosyalizmin, ilkelliği aşmaya yetmeyeceği idi. Hiçbir ideoloji, bir toplumda mevcut olan ilkellik ve şiddeti ortadan kaldıramazdı. Her toplum kendi düzeyine göre algılayacaktı ideolojiyi. Türkiye’deki şiddet geleneği yüzünden sol, ileride bazı gruplar tarafından incelik yerine kabalığın, yumuşaklık ve duyarlılık yerine şiddetin maskesine dönüştürülecekti.
....
Dünyaya gelmek ve var olmak bir mucizedir ama insanların çoğu bunu düşünmez.Dünyaya gelmiş olmalarını ve varoluşlarını çok doğal karşılar ve bunun sayılamayacak kadar çok parametrenin kesişmesiyle oluştuğunu akıllarına getirmezler.
O mucizeyi yok edenler, hatta bununla övünenler de ne yaptıklarını bilmezler. Ama düşünenler ve bilenler de vardır. Ve bu insanlar zaman zaman “varoluş korkusu” içine girer, aynaya baktıkları zaman kendilerinin seçmediği yüzlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışırlar.
“Ben” ne demektir? Var olmanın bir anlamı var mıdır? Ve hangi nedenden dolayı o insan sizsinizdir?
Bir kere var olduktan sonra artık sonsuza kadar varsınızdır, var olmamış kategorisine geri dönemezsiniz. Ölüm sizi bütünüyle yok edemez.
Çünkü en azından dünyanın fiziksel ve biyolojik varlığını mikro ölçüde de olsa değiştirmişsinizdir. Başka var olanların yaşamına etkileriniz olmuştur. Az ya da çok ama mutlaka.
Sonra size, içine doğduğunuz kültüre, bölgeye, dine uygun bir isim verirler. Bu ad ve “ben” kavramı bütünleşir.
Doğduktan sonra verilen isim, varoluşunuzun bir parçası haline gelir.
Bu varoluş ürküntüsünü içinde duymamış insan var mıdır acaba? Sanmıyorum. Bunu herkes ya rüyasında hisseder ya da yaşamının beklenmedik bir anında sebepsiz hüzünler ve korkular kaplar içini. Ama kimileri bunu bilince çıkaramaz.
Benim rastlantılar sonucunda var olmam sayesinde yazabildiğim bu kitabı, yine rastlantılar sonucunda var olan siz okuyabiliyorsunuz; uzayın ve zamanın sonsuzluğunda birbirinin yanından geçen iki küçük meteor gibi.
Bu yüzden herkesin yaşamı birbirine benzer.
Bütün bunlardan öğrendiklerime gelince:
Nazım’ın “ölürken zeytin ağacı diken adam” örneği gibi, başkalarına yararı dokunacak şeylerin, en önemli hazine olduğunu öğrendim.
Geçici ile kalıcı arasındaki farkı öğrendim. Hayatta ne kadar hata yaparsanız yapın, eğer zamana dayanan ve gelecek kuşaklara aktarılan eserler vermişseniz ayakta kalıyorsunuz. Benim kadar heyecanlı ve oradan oraya savrulduğu için çok yanlış yapan birinin hayatını besteleri ve kitapları kurtardı.
Şöhret ve mutluluğun ateş ile kar gibi olduğunu öğrendim. Biri ötekini azaltıyor ya da yok ediyor.
Kozmosta hiçbir büyüklük ifade etmeyen dünyamızın bir köşesinde yaşadığımız küçük hayatı çok önemsememeyi öğrendim.
İnançların, insanların ölüme karşı çırpınışı olarak tanımlanabileceğini kavradım ve o andan itibaren samimi dindarları eleştirmedim. Bu işi siyaset olarak kullananlara ise nefretim arttı.
Gerçek başarının bir yan ürün olduğunu öğrendim. Başarıyı hedeflerseniz onu kazanamıyor, unutup da kendinizi iyi bir iş yapmaya adarsanız geldiğini görüyorsunuz.
Moda fikirlerin, siyasetlerin ve sanat akımlarının sıfır olduğu konusundaki inancım pekişti. Çünkü zamanın bunları eskittiğini ama gerçek yapıtları koruduğunu gördüm.
En iyi yaşam biçiminin, düşman yaratmadan yaşamak olduğunu öğrendim. Sonunda onlarla baş edebiliyorsunuz ama ömrünüz paçalarınıza dolananları kovalamakla geçiyor.
Büyük sanatçıların sadece kendi yaratısıyla uğraştığını, kimseyi kıskanmadığını gördüm.
Dünyayı değiştirmenin ne kadar zor olduğunu öğrendim. İnsanların, benim bir zamanlar düşündüğümden daha kötü olduğuna karar verdim.
Kentte büyümüş bütün memur çocukları gibi hayvanlara çok uzaktım ve onlardan korkardım. Sonra onlarla kucak kucağa yaşamayı öğrendim ve dünyamı zenginleştirdiler.
İnsanlığı bu kadar çılgın bir tür haline getiren ve birbirine kıymaya götüren itkinin, öleceğini bilen tek canlı olmasından kaynaklandığını anladım. Diğer canlılar gibi bu bilincimiz olmasaydı, daha iyi bir dünyada yaşardık.
Bilgeliğin bilgiden çok daha önemli olduğunu yüreğimin derinliklerinde duydum.
Milyarlarca insanı hareket ettiren temel itkilerin; onların beslenme ve üreyerek türünü devam ettirmeye programlanmasından kaynaklandığını görünce insanları çok âciz buldum. Bu koşullanmaların ötesine geçen büyük mutasavvıf, filozof ve şairlere ise hayranlığım arttı.
Dünyanın geleneğinde sanat diye bir sığınma limanı olmasaydı, derin bir mutsuzluktan hayat boyu kendimi kurtaramayacağımı hissettim.
Müziğin, ebedi sessizliği yırtma çabası olduğunu kavradım. Dünyanın, dönüşü sırasında Si notası çıkardığı söylenir. Galiba en kalıcı ve en güzel ses, bu uzun Si sesi. Ötesi, cılız çırpınmalar.
Makamıyla, parasıyla, şöhretiyle övünenler beni güldürmeye başladı.
Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.
Siz gençlere son bir küçük tavsiyem olacak.
Tıpkı Mikis Theodorakis, Elia Kazan, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Nazım Hikmet, Pablo Neruda, Lorca, Brecht, Aragon gibi hayata coşkuyla, şiirle, heyecanla yaklaşın; bireyci değil, çoğulcu olun; her şeyi inceden inceye hesapladığınız, stratejilerinizin esiri olduğunuz bir kariyer oluşturmayın, yoksa insanları soğuk buzlu camlar ardından süzen acımasız, duygusuz ve yalnız bir insan olursunuz.
Sevdanız ve kavganız olmalı hayatla.
Ve her şeye rağmen zaman zaman yok olmaya yüz tutmuş umudumu bana hep gençlerin yaptıkları işler geri verdi.
Dayanma gücümüzün sonuna geldiğimizde bile coşkuyla ayağa kalkabileceğimizi, hepimizin güvencesi olduğunuzu ve derin bir saygıyı hak ettiğinizi farklı zamanlarda hep gördüm ve görmeye de devam edeceğime olan inancım tam.
Size sahip olduğumuz için şanslı olduğumuzu biliyoruz; siz de kendinizi asla hafife almayın, kendinize güvenin ve yılmadan amaçlarınıza sarılarak yürüyün.
Unutmayın, dünyayı güzellik kurtaracak.
Zülfü Livaneli, Rüzgârlar Hep Gençtir.
-
Birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
Eksiliyorduk
Mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
Her otelde biraz eksilip, biraz artarak
Yani çoğalarak
Tahvil ve senetlerini intiharlarla değiştirenlerin
Birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
Ağır ve acı tanıklıklardan
Geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
Maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
Linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
Korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
Ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
Uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
Atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
Ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
Çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için panayır yerleri...
panayır yerleri...
Ölü kelebekler...
Ölü kelebekler...
Sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.Adım onların adının yanına yazılmasın diye
Acı çekecek yerlerimi yok etmeden
Acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?Yalnız Bir Opera, Yaz Geçer, Murathan Mungan.
...
https://youtu.be/sswyzBMFf9I
...
https://youtu.be/6qnd44NjjcU