Bazı Şeyler🎶📚☕🎬📝
-
Bu başlık neden açıldı
Evet biliyorum, burada konuşalım diyeceğim birçok şeyin ayrı başlığı var ancak hem bunların bazıları artık aktif değil hem de ben biraz daha farklı bir şey hayal ettim: Bir kültür cafe gibi düşünelim:) kitaplardan bölümler, şiirler, şarkılar özellikle hikayeleri ile birlikte olsa ne hoş olur:) dizi, film kritikleri, tavsiyeleri, tiyatro, konser, çeşitli etkinlik haberleri, yorumları, meşhur tablolar, ressamları, hikayeleri gibi birlikte çeşitlendireceğimiz, birlikte öğreneceğimiz ortak noktası ise bize insan olduğumuzu hatırlatacak havadisleri paylaşmak, fırsat buldukça akşam çayınızın yanında belki sohbet etmek umuyorum atıl bir başlık olmak yerine sınav başlıklarından sıkıldığınız anda nefesleneceğiniz bir mekan olurbir nevi serbest başlık -
...
https://youtu.be/MkNwdwkE1CQ
...
https://youtu.be/E3ivHAgaPO0
...Doğaçlama bir girizgahla ben başlayayım. Ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili ancak Akdeniz üzerine ayrıca düşünmek gerek sanki. İnsanlık tarihinin medeniyet açısından en hareketli bölgelerinden. Bu yüzden yıllardır aklımda olan bir kitap vardı hala da okuyamadım, bir paragraf ile paylaşmak istiyorum: "Nedir bu Akdeniz? Binbir şeyin hepsi birden. Bir manzara değil, sayısız manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık değil, birbiri üzerine yığılmış birçok uygarlık. Akdeniz'de gezen, Lübnan'da Roma dünyasını, Sardinya adasında tarihöncesini, Sicilya'da Yunan kentlerini, İspanya'da Arap varlığını, Yugoslavya'da Türk İslamı'nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta'daki kocaman taş yapılara ya da Mısır piramitlerine dek uzanır. Bugün hâlâ yaşayan çok eski şeylerin yanında, aşırı modern şeylerle karşılaşır: Aldatıcı bir durgunluk içindeki Venedik'in yanında Mestre'nin yoğun sanayi yerleşimini, hâlâ Ulysses'in teknesinin bir eşi olan balıkçı kayığının yanında deniz dibini tarayan balıkçı gemilerini ya da o koca koca tankerleri görür. Bu, hem adaların antik dünyasına dalmak, hem de her türlü kültür ve kazanç akışına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karşısında şaşkınlığa düşmek demektir."
Fernand Braudel, Akdeniz -
@plansız buraları gezmeyi çok isterdim umarım hayallerim erken gerçekleşir ve zamanım olur plansız gezmek
-
@Dunya-ese İnşallah dostum, gezin ve gezerken bu sohbetimiz aklınıza gelsin gitmeden bol bol okuyun, araştırın böylece baktığınız yerde tarihini hissederek gezersiniz.
-
"Mesele bu karanlığın kendisinde. Mesele şurda; niçin bu kadar biçareyiz, ümitsiziz, neden her tuttuğumuz dal elimizde kalıyor. Bu memlekette sadece fena şey mi yapılır, bütün hesaplarımız bozuk, hiçbir faziletimiz kalmadı mı.... Sabri Hoca birdenbire Behçet Bey'e döndü: Oğlum Behçet sen bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz. Bir medeniyet insanı yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü. Cahilsin; okur öğrenirsin, gerisin; ilerlersin, adam yok; yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir, paran yok; kazanırsın, her şeyin bir çaresi vardır fakat insan bozuldu mu bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun, şiraze nedir bilirsin. Biz de insanoğlu şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığımız zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımız zaman ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içerisinde yaşıyoruz. Bütün Şark dünyası bir ızdırap içinde muttasıl gömlek değiştiriyor. Hint'i, Çin'i, Arap'ı, Türk'ü hep soyunuyoruz, soyundukça üstümüzden attığımız şeylerin alelade ekler olduğunu daha derinden birtakım şeyler çıkarıp atmak lazım geldiğini görüyoruz. O zaman korkuyoruz, olduğumuz yerde imdat arar gibi sağa sola bakıyoruz, sonra tekrar başlıyoruz gene tabaka tabaka soyunuyoruz. Tırnaklarımızla derimizi yüzer gibi bir şeyler daha atıyoruz. Zaten biz soyunmasak bile onlar üzerimizden lime lime dökülüyorlar. Fakat olmuyor, bize lazım olan gömlek değiştirmek değil, içten değişmektir...
İsmail Molla adeta istemeye istemeye söze başladı. İstiareyle konuşuyorsun Hoca, güzel ama insanı yanıltır. Bana kalırsa ortada ne öyle Şark var ne de açıkta kalmış ölüsü var. Demin Şark'ı müdaafa eder göründüm, maksadım sana fikrini açıkça söyletmekti. Ben Şark'a bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu memleketin hayatına bağlıyım. Bu Müslümanlık mıdır, Şarklık mıdır, Türklük müdür bilmiyorum. Yirmi senedir okudum, otuz sene Kadılıklarda Fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım: Kitapla bu hayatın ayrılığı. Sen Garp'dan geri olduğumuzu söylüyorsun, zaten herkes bunu söylüyor, elbette doğru bir söz olsa gerek fakat ben daha mühim bir şey söylücem. Ben hemen etrafımızdaki hayattan geri olduğumuzu söylücem. Bence ne Şark ne şu ne bu vardır. Etrafımızda gördüğümüz hayat vardır. Bizi yapan bu hayattır. Bütün hususiyetlerimiz ordan gelir. Buysa kitapta okuduklarımız gibi bi kere için olup bitivermiş şeyler değildir. Daima değişken, değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir... En çetin fıkıh meselesini hazırladığım bir fetva ile hallettiğim bir günün sonunda evimin kapısında yanlış yunluş bir Arapça ile dua eden abani sarıklı kör dilenciye gıpta ettim. Onu Allah'a daha yakın buldum. Medresede öğrendiğim, tekkede dinlediğim Allah'a değil fakat içinde yaşadığım bu hayatın bütün yüksek taraflarını, insanlığını, cevherini kendinde toplayan Allah'a. Anladım ki ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Gençliğimde Bağdat'ı, Basra'yı babamla görmüştüm. İhtiyarlığımda Mekke'de Medine'de memuriyet verdim. Mısır'a uğradım, Şam'da çocukluğumun iki yılı geçti. Hepsini türbesi, evliyası, kandili, bayramı, namazı, niyazı ile gördüm ve daima başkalığını hissettim. Daima aynı olması lazım gelen bir uluhiyetin çehresi benim için değişti, yavaş yavaş o hale geldim ki bir kandil çöreği, bir Ramazan manisi, iyi yakılmış bir mahya, sırtında yamalı abası, elinde keşkülü, değneği... fakir ve bitli bir dilenci benim için Müslümanlığın ta kendisidir. Gene anladım ki bizim Şark, Müslümanlık, şu, bu diye tebcil ettiğimiz şeyler bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şeylerdir. Bize uluhiyetin çehresini veren; Hamdullah'ın yazısı, Itri'nin tekbiri, kim olduğunu bilmediğimiz bir işçinin yaptığı mihraptır.
-Dikkat et halis Müslüman gibi düşünmüyorsun Molla Bey.
-Bilakis tam bir Müslüman gibi düşünüyorum.... İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacı Bekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandilli yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır. Bu Müslümanlığın çehresi otuz kırk senede bir bütün etrafıyla beraber değişir.... Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır fakat onların arkasında kendilerini aydınlatan, manalarını yapan bütün bir hayat vardır."Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste.
-
@plansız
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın üçleme sayılan romanlarından ilki Mahur Beste. Huzur ve Sahnenin Dışındakiler devam romanları sayılıyor. Ancak genel yorumlar ise bu üç romanın ayrı ayrı da okunabileceği yönündedir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarında bağı kuran faktör, yinelenen karakterler olmakla birlikte bu üç romanı birleştirenin romanlara hakim olan mahur bestenin ruh hali olduğu söylenir. Mahur bestenin hikayesi ise devam kitaplarında anlatılacaktır. Romandan bir bölümü yukarda paylaştım, okumadıysanız iyi okumalar dilerim. Ben bugünlerde Tanpınar romanlarına yeniden bir göz gezdiriyorum -Mahur Beste ile başladım- bildiğiniz gibi Doğu-Batı medeniyetleri diye ifade bulan bir kültür karmaşası altında kalan nesle kafa yoruyor, yer yer yukardaki bölüm gibi fikri tartışmalar, yer yer bunun sosyal hayata yansıması. Dönem romanlarının insan tiplerini yazın deseler ne yaparız bilmiyorum Özellikle Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk dönemlerindeki fırtınalı yılların insanları, oradan oraya savrulmuş; ya topyekün fikirsel parçalanma hakim olmuş ya da büsbütün olayların inkarı ile boşluğa düşmüş insanlar mevcut. Romanın bana göre kırılma noktası ise sondaki mektuptur. Esas karakter ile yüzleşirken romanın yazımındaki serüveninin izahına girişiyor.Romanda beni en çok yoran şeyse bağlantılarını kurmakta güçlük çektiğim karakterler oldu. Sonrasında Tanpınar Merkezi isimli sayfada şu görsele rast geldim, sizinle de paylaşıyorum, henüz okumamış ancak okumak isteyenler için epey kolaylık olacak
-
Evet dostum , kuşkusuz sen haklısın . Eğer insanlar sürekli geçmişteki acıları canlandırmak uğruna bu denli çaba harcayacaklarina ki , neden böyle olduklarını Tanrı bilir ,hallerinden memnun olsalar , yaşadıkları ana kayıtsız şartsız katlansalardı , çektikleri acı daha az olurdu .
Genç Werther'in Acıları -
@Cemre33 Bu da bizden olsun öyleyse:)
"acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman
acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim." -
-
Simülasyon, simülatif evrenler ve gerçeklik gibi konulara merakı olanlar varsa The Thirteenth Floor'u yeni izledim. 1981'de Jean Baudrillard'ın yazdığı Simulacra and Simulation adlı kitaptan esinlenilerek senaryosu yazılmış. Filmin yapım yılı 1999. Matrix ile aynı yıl yapılmış. "Gerçeğin çölüne hoş geldin" sözü de bu kitaptan alıntıymış. Henüz izlemediğim benzer içerikli olduğu söylenen Dark City'den ise bir yıl sonra. 13. Kat bir vesileyle ise Inception'ı hatırlattı:) Milenyum çağına girerken vizyona girmeleri, bahsettikleri konuların sonradan epey bir filme esin kaynağı olması vs. söylenecek çok şey var.
İçinde bulunduğumuz süreç simülasyon, bilim kurgu üzerine düşünmeye ve insan nesli olarak dünyadaki varlığımızı, gücümüzü anlamlandırma açısından yeniden inşaya oldukça elverişli. Bu yüzden Matrix'i de yeniden izliyorum. Türün daha eski filmleri varsa tavsiyelerinizi beklerim.
-
Matrix'ten bazı diyaloglar:
Morpheus'un (adını Yunan mitolojisindeki rüya/düş tanrısından alan) Zion'daki konuşması
Bizi zor günler bekliyor diyorsam bana inanmalısınız. Ancak hazırlıklı olmak istiyorsak öncelikle onlardan korkmamayı öğrenmek zorundayız. Şu anda karşınızdayım ve hiç korkmuyorum. Neden mi? Sizin inanmadığınız bir şeye inandığım için mi? Hayır.
Burada korkmadan durmamın nedeni, unutmamam.
Burada korkmadan durmamın nedeni, önümde uzanan yol değil, geride bıraktığım o yol yüzünden korkmuyorum.Neo ile Kahin'in konuşması
-Kararımın ne olacağını biliyor musun?
-Bilmesem kahin olmazdım değil mi?
-Zaten biliyorsan nasıl seçeceğim?
-Buraya seçim yapmak için gelmedin, sen seçimini çoktan yaptın. Buraya neden bu seçimi yaptığını anlamaya geldin.
....
-Neden bize yardım ediyorsun?
-Hepimiz yapmamız gerekeni yapmak için buradayız. Beni bir tek şey ilgilendiriyor, gelecek. İnan bana oraya verebilmenin tek yolu işbirliği. -
Büyük bir hastalık geçirmeyenler, herşeyi anladıklarını iddia edemezler.
Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı duyan kulaklariyle her şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim beni aldatmaz.Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
-
- … savaşın getireceği zararı bilmeyen kişiler, savaşın getireceği yararı da bilmezler.
- …yüz savaşta yüz zafer kazanmak en mükemmeli değildir. En iyisi savaşmadan baş eğdirmektir.
- Bir hükümdar üç durumda askerin başını derde sokar: Askerin ilerleyemeyeceğini bilmeden ilerlemesini söylemesi, askerin geri çekilemeyeceğini bilmeden geri çekilmesini söylemesi, askeri dizginlemesi.
- Şu beş noktaya bakıldığında kazanç önceden görülebilir:
-Savaşabileceğini ya da savaşamayacağını bilen kazanır.
-Sayısal farkı değerlendiren kazanır.
-Astı üstü tek yürek olan kazanır.
-Hazırlıklı olup hazırlıksız olanı bekleyen kazanır.
-Yetenekli komutanına hükümdarı karışmayan kazanır.
… Bu nedenle “karşısındakini ve kendini bilen hiçbir savaşta tehlikeye düşmez; karşısındakini bilmeyen, sadece kendini bilen bir kazanır bir kaybeder; karşısındakini de kendini de bilmeyen her savaşta mutlaka tehlikeye düşer” denir.
Sun Zi(Sun Tzu), Savaş Sanatı
-
Türküyle ilgili birbiriyle bağlantılı iki olay anlatılır. Birinde bir aşk hikayesi ve sevgililerin birbiriyle fener aracılığıyla mors alfabesini kullanarak haberleşmelerinden de bahsedilir. Onun detaylarına girmeyeceğim. İki hikayenin ortak noktası ise 4 Nisan 1953 günü Çanakkale Boğazı açıklarında batan Dumlupınar denizaltımız. İsveç donanmasının aracı ile çarpışan denizaltımızdaki 81 Bahriyeli'den 59’u ilk anda şehit olmuş, kalan 22 askerimiz ise torpido dairesine sığınarak kurtulmuş. Deniz yüzeyine fırlattıkları şamandıra içindeki telefonla dışarıyla bağlantı sağlamışlardır, herkes onları kurtarmak için seferber olur. Torpido dairesinde oksijen sınırlı olduğundan ve ne kadar sürede kurtarılacakları bilinmediğinden dışardan şöyle bir uyarı gelir: Gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin, sigara içmeyin. Hava şartları oldukça kötü, imkanlar sınırlıdır. 3 gün boyunca süren uğraşlar sonuçsuz kalır, askerlerimizi kurtarmanın bir yolu bulunamaz. Dışardan yapılan yeni anons durumu özetler: Konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilirsiniz, sigara da içebilirsiniz… O anda askerimizin bu türküyü söylediği rivayet edilir.
https://www.youtube.com/watch?v=Rm_AFS7uDAA
...
https://www.youtube.com/watch?v=Hy_SYIV88NI -
Size fena şeyler söyleyebilir miyim?.. Sizi sevdiğimi, deli gibi, ölecek gibi sevdiğimi söylemek fena bir şey mi? Şaşırmayın... İhtimal kulaklarınız böyle sözlere alışık değil... Fakat yalnız kulaklarınız... Kendinize itiraf etmeseniz bile, ruhunuzun bu sözlerime yabancı olmadığını tasdik edeceksiniz... Bakın, bağırmıyorsunuz... Yanımdan kaçmıyorsunuz... Yüzünüz nefret ifade etmiyor... Beni anlıyorsunuz!.. Sonuna kadar, en küçük noktasına, en gizli köşesine kadar ruhumu görüyorsunuz ve bunlar size yabancı gelmiyor... değil mi? Sizden cevap istediğim yok... Beni sadece dinlemenizi istiyorum. Daha dün gördüğünüz ve toptan iki saat bile konuşmadığınız bir insanı dinlemenizi isterken ne yaptığımın farkındayım... Fakat bir ses bana mütemadiyen doğru yaptığımı fısıldıyor. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar açık olmamıştım. Buna cesaret edememiştim. Halbuki şimdi bütün mevcudiyetimi gözlerimi kapatarak size teslim edecek kadar büyük bir emniyet duyuyorum ve alay edeceğinizden, reddedeceğinizden korkmadan konuşuyorum. Bu emniyet, bu kanaat bana sizi ilk gördüğüm andan itibaren geldi. Demin ne demiştim: Vapurda yanınıza gelirken orada teyzemin oturduğunun farkında bile değildim. Sizi görmüş, sonra başka hiçbir şey görmez olmuştum. Sizi tanımıyordum, buna rağmen büyük bir emniyetle o kalabalığın içinde yanınıza kadar geldim. Size hitap etmek üzereydim, teyzem söze karıştı. Bunları anlatmaya bile lüzum yok. Zaten anlatmak istediğim bir şey var, bin bir şekle sokup söylemek arzusuyla yandığım bir tek şey: O da sizi sevdiğim. Bunun dünyanın teşekkülünden beri kaç milyar defa tekrar edildiğini unutmuyorum, fakat siz söyleyin, canlılığından bir şey kaybetmiş mi? Kâinatta hiçbir mevcudun olamayacağı kadar taze ve olgun değil mi?.. Bu öyle bir kelime ki, doğuyor ve doğuşuyla beraber kemali de içinde getiriyor. Sizi seviyorum... Başka ne söyleyeyim? Siz de cevap vermeye kalkmayın. Bir insanın bütün varlığı ile, karmakarışık ruhu, esrarı çözülmemiş vücudu, arzuları, itiyatları, ihtirasları, hülasa her şeyi ile size teslim olması, size iltihak etmesi ne muazzam bir şeydir! Bunu tamamıyla anladığınızı biliyorum. Bunun karşısında lakayt kalamayacağınızı da biliyorum. Hiçbir insan seven bir insanın karşısında alakasız olamaz. Dünyanın bu en harikulade hadisesi karşısında kimse hareket ihtiyarına malik değildir. Buna hakkı yoktur. Nasıl muhtaç olduğumuz havayı istemem demeye, mekân içinde bir yer işgal etmekten vazgeçmeye kuvvetimiz yoksa, bize verilen bir aşkı almamaya da iktidarımız yoktur. Sizi seviyorum... Hem nasıl seviyorum yarabbi... Şu anda bir tarafımı kesseniz acı duymam. Sizin için herhangi bir şeyi yapmak istediğim zaman beni durduracak kuvvet tasavvur etmiyorum. Ölüm bile buna muktedir değildir. Bakın, etrafımızdan bir sürü insanlar geçiyor, birçoğu dönüp dönüp bize bakıyorlar, daha doğrusu bana bakıyorlar. Hangisini isterseniz yakalar ve öldürürüm. O buna karşı koymak istese bile, bunun bir aşk için lüzumlu olduğunu öğrenince kolları gevşeyecek, mukavemeti kırılacaktır. Bakın, nasıl siz de aynen benim gibi sarsılıyorsunuz. Hayatınızda böyle bir şeyin ilk defa olduğu muhakkak, söyleyin bana, içinizde hiç yabancılık var mı? Bütün bunlar sizin için malum şeyler değil miymiş? Yalnız bu anda kafanızda bir örtü açılıyor ve ruhunuzun en zengin tarafları önünüze seriliyor. Hiç yanılmadan biliyorum ki, siz de benim gibi şu anda bozuk kaldırımlar üzerinde yürümekte değilsiniz. Siz de vücudunuzun elli veya altmış kilo ağırlığından kurtularak ilerliyorsunuz... Bakın, Beyazıt’a gelmişiz... Nasıl? Ne kadar zamanda? Bunları bilmiyoruz. Zamanın olduğu yerde kaldığını ve bizi huşu içinde dinlediğini fark etmiyor musunuz?.. Elinizi bana verin... Nabzınız benimki kadar, belki daha hızlı atıyor. Bileğinizin terleri elimi yakıyor. Güzel göğsünüzün altındaki minimini kalbinizi görüyorum. Şu anda yok oluversek herhangi bir teessür duyar mısınız? Hayattan ayrılmayı istemeyiz, çünkü tatmin edilmemiş birçok arzularımız vardır. Fakat şu anda hiçbir istek bizi yere bağlamıyor. Ruhlarımızın dopdolu olduğunu hissetmiyor musunuz?.. Bileğiniz insanı çıldırtan bir teslimiyetle parmaklarımın arasında duruyor. Bütün vücudunuz ince dallardaki yapraklar gibi titriyor. Bana bu anı yaşattığınız için size minnettarım. Hayata, tesadüfe, beni dünyaya getirenlere, herkese, her şeye minnettarım. Artık evinize geldik. Ben girmeyeceğim. Sizi tekrar görünceye kadar bu anları kafamda yaşatmaya çalışacağım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Belki şehrin dışına çıkarak sabaha kadar koşar ve şafakla beraber buraya gelirim, belki de burada, duvarın dibinde oturur ve sizden etrafa yayılan havayı yakından koklamak isterim. Bana hiçbir şey söylemeden içeri girin. Sizin yanınızda bulunduğum her dakika beni baş döndürücü bir süratle daha büyük bir saadete doğru götürüyor... Artık korkuyorum. Saadetin bizi korkutacak kadar çok ve kesif olması nedir bilir misiniz? Şimdi şuracığa düşmekten korkuyorum. İçimde biriken hislerin birdenbire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum. Allahaısmarladık. Yarın sabah sizi tekrar gelip alacağım... Allahaısmarladık...
İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali
-
... okuma bir dostluk biçimidir. Ama en azından dostluğun samimi bir biçimidir ve bir ölüye, olmayan birine yönelik olması ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur. Biz yaşayanlar, henüz göreve başlamamış ölülerden başka bir şey olmadığımız için bütün bu nezaket, bir evin holünde giriştiğimiz bütün o selamlaşmalar, ki adına saygı, minnet ya da bağlılık deriz ve içine onca sahtekârlık karıştırırız, bunların tümü bezdirici ve kısırdır. Dahası ilk yakınlık duygusu, hayranlık, tanışma ilişkilerinden sonra ağzımızdan çıkan ilk sözcükler, yazdığımız ilk mektuplar, sonraki dostluklarımızda kurtulamayacağımız bir alışkanlık ağının, tam bir varoluş biçiminin ilk ipliklerini etrafımızda örer; söylemeye gerek bile yok, bu süre içinde dile getirdiğimiz aşırı laflar ödememiz gereken vaat mektupları olarak kalır ve karşı çıkılmalarına izin verdiğimiz için bütün yaşamımız boyunca acı vererek bize daha pahalıya mal olur. Okumada, dostluk aniden başlangıçtaki saflığına kavuşur. Kitaplarda sahte sevimlilik yoktur. Geceyi bu dostlarla geçiriyorsak, bu, gerçekten istediğimiz içindir. En azından kitaplar söz konusu olduğunda dostlarımızı genellikle üzülerek terk ederiz. Ve onları bir kere terk ettiğimizde, “Bizim hakkımızda ne düşündüler?”, “Densizlik etmedik ya?”, “Bizden hoşlandılar mı?” türünden dostluğu bozan bu düşüncelerden hiçbiri olmadığı gibi, başka biri yüzünden unutulmuş olma korkusu da yoktur. Bütün bu dostluk endişeleri, okuma denen bu katışıksız ve dingin dostluğun eşiğinde son nefeslerini verir. Saygı da gereksizdir; Molière’in söylediğine tam tuhaf bulduğumuz ölçüde güleriz; bizi sıktığında, sıkılmış görülmekten korkmayız ve onunla birlikte olmaktan gına geldiğinde ne dehası ne de ünü onu aniden yerine koymaktan bizi alıkoyamaz. Bu katışıksız dostluğun atmosferi, sözden daha katışıksız olan sessizliktir. Çünkü başkaları için konuşuruz ama kendimiz için susarız. Bu yüzden, sessizlik, konuşmadan farklı olarak, eksiklerimizin, yapmacık davranışlarımızın izini taşımaz. O katışıksızdır, o gerçek bir atmosferdir. Yazarın düşüncesi ile bizimki arasına farklı bencilliklerimizin ortadan kaldırılamaz, düşünceye uymayan öğelerini sokmaz. Kitabı kendi sadık imgesi kılıncaya kadar kendisi olmayan her şeyi çekip çıkarmış yazarın düşüncesi tarafından şeffaflaştırılmış kitabın gerçek dili katışıksızdır (eğer kitap bu adı hak ediyorsa); her tümce aslında öbürlerine benzer, çünkü hepsi aynı kişiliğin benzersiz tonlamasıyla söylenmiştir; gündelik yaşamımızdan ve düşüncemize katılan yabancı öğelerden dışlanmış bir tür süreklilik doğar, bu süreklilik yazarın düşünce çizgisini, bu durgun aynada yansıyan fizyonomisinin çizgilerini kolaylıkla izlememizi sağlar. Bu çizgilerin her birinden, hayranlık verici olmalarına gerek duymadan zevk almayı biliriz, çünkü bu derinlikli portreleri ayırt etmek ve onları bencillikten uzak, mütevazı bir dostlukla sevmek zihin için büyük zevktir.
Okuma Üzerine, Marcel Proust
-
“Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların en değerli insanlarıyla konuşmak gibidir.”
Descartes
....
... hiçbir şey zamanında bir ölümden daha değerli değildir.
Plinius
.....
Herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum; bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir.
Plinius -
Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için kuvvet, değiştirebileceğim şeyler için cesaret ve bu ikisini birbirinden ayırmak için akıl ver.
Stoa duası.
-
Düşüncelerin toplumun yararına değilse başka şeyler düşünerek hayatının geri kalanını boşuna harcama, başkalarının neyi neden yaptığını, neyi neden söylediğini ve ne planladıklarını düşünerek kendi yönetici aklını ihmal ettikçe sağlayabileceğin faydalardan geri kalırsın.
... Aurelius, düşünceye önem veriyor çünkü eylemlerin zihnimizdeki düşüncelerin birer yansıması olacağını biliyor. Gereksiz düşüncelerden kurtulmak, gereksiz eylemlerden hatta eylemsizlikten de alıkoyacaktır insanı, böylece deneyim de değişecektir.
... İnsan aklını kullanmayı seçmelidir. Rüzgarda oradan oraya savrulan kuru bir yaprağın kaderine terkedilemez yaşam deneyimi. Beklemek bir alınyazısı olamaz.
... İnsanın mutluluğu elindeki işi, insana yaraşır bir biçimde yapmasına bağlıdır... Hislerinin de efendisi olmalıdır insan... Bu hisler geçmişle kavga edip durmaktan ya da gelecekle ilgili duyulan belirsizlikten doğarlar sıklıkla.... Şimdinin içinde olanı görmek, geçmişin deneyimini de geleceğin nasıl olabileceğini de mümkün mertebe kurgulamaya başlamış olmak demektir. Şu anın farkında olan geçmişi de bilir, bundan sonra neler olabileceğini de aşağı yukarı öngörür.
... Aklı kullanmak insanoğlunun görevidir bir yerde. Mutluluğunu akılla inşa edecektir insan, tabi mutluluğun da bir ahlakı vardır, olmalıdır.
... Kimsenin başına katlanabileceğinden fazlası gelmez... İnsan kendini başıboş bırakamaz. Bu akla ihanet olur. Aklını kullanmaması ayrıca Yaratıcı'ya da ihanettir.... İnsanın hesabı sadece kendiyle olabilir. İyi insan olmanın, erdemli yaşamanın ve yetinmeyin bir yolunu bulmalıdır insanoğlu.
... İnsanın yüksek amacı başkaları için de fayda üretebilmek olmalı. Biri diğeri için vardır bu hayatta... Başkasına yararı dokunan bir insanın uzun vadede mutsuz olması mümkün değildir. Bencilce, kendi çıkarları için çabalayanlar elbette önünde sonunda yıkım yaşayacaklardır.
... Doğaya ve topluma yabancılaşmak insanın varoluşunu reddetmesidir ki bu ruhsal ve fiziksel hastalanmaya yol açar.
... Tutkularından arınmış bir zihin güçlü bir kaledir... Hazzın esiri olmamış kişi özgürdür, güçlüdür, güvendedir... Mutsuzluğun temelinde olanı ve olmayanı nasıl yorumladığın yatıyor... Yüklediğin anlamlarla, yargılarınla ve yorumlarınla kendine yeni bir kader yazdığının bilincinde ol.
... Karakterin ustalaşması şudur: Her günü son günmüş gibi yaşamak; duyarlılıkla ve samimiyetle.Unutma, Mutlu Bir Hayat Çok Az Şeye Bağlıdır... Marcus Aurelius
-
Kolektif Kitap’ın tanıtım yazısı eşliğinde:
Nietzsche’nin Kara Orman’da yürürken göz çukurlarına dolan mutluluk gözyaşları, Rimbaud’nun tahta ayağıyla açılacağı çöllere dair kurduğu düş, yasaklı Rousseau’nun Alpler’deki adımları, Thoreau’nun Walden’daki gezintisi, Nerval’in dar sokaklardaki aylaklığı ve daha niceleri... Aylaklar, göçebeler, sürgünler, hacılar, kaçaklar, seyyahlar, münzeviler ve mülteciler yürüyorlar. Peki yürümek sadece evle iş arasında gidip gelmek, bir yerlere yetişmek ve koşuşturmak değil de evrenle özel bir ritim, akort ya da hafifleme içinde buluşmak olabilir mi? Yeryüzüyle hemhal olup kendimizi başkalaşmaya açarak yürüyebilir miyiz?
Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viator’un eylemidir. Çünkü Yürüyen İnsan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için.
Yürümenin Felsefesi, Frederic Gros