Geceye bir söz bir şiir bırak :)
-
Biraz daha güzel olmayı denemeli insan, biraz daha nazik olmayı, Kırılmamayi değil de kırmamayı öğrenmeli.
Sevilmekten öte güzel sevmeyi bilmeli, incelikler yapmalı hoş görmeye çalışmalı
Güzel olduğuna inandiginda, o vakit güzellikler gelecektir. -
Herkese selam,
Sana hasret...Nazım Hikmet
-
...
"Düşlerini yitirenler, aklını da yitirdi
çocukluğunu kaybedenler, büyüklüğünü de kaybetti.
kuşlar dünyaya inanmaktan vazgeçti."Özgür Bacaksız
-
Biraz duyar kasalım da azar yiyelim
Ne zaman israf edilecek bir yemek/içecek olsa aklıma Karaman'da, oğlu, kömür madeninde, su altında kalarak can veren annenin " benim oğlum yüzme de bilmezdi" sözüyle, babasının çarıkları geliyor...
Berfo Ana var(dı) bir de, sebebi ne olursa olsun evladi kaybolduktan sonra vaziyeti anlayamayip yillarca, evladi gelir diye kapisini, penceresini acik tutan...
Şehidin babasinin, taziye evinde yırtılan çorabını saklaması geliyor...
Ya da hangi gün çevreme, kendimi -telefonumla, giyinişimle, diş macunumla, iç çamaşırımla- adadığım kastıma, uygun kıyafetler almak adına çaba sarfederken bulsam, aklıma Maslak'ta torunu için peçete satan, kış vakti üşümemek adına sık sık metroya inen, geri çıkan 80 yaşındaki dik duruşlu dede geliyor...
Hele de o modern zamanın kahvehaneleri yok mu, hani adını "bilim/sanat" dahi koyabilecek kadar yüzsüzlüğün yapılabildiği, o beğenmek ve övmek için yer aradığımız cafeler, hah ne zaman onlardan ortalama bir asgari ücretlinin günlük yevmiyesine denk gelecek miktarla eşdeğer paraya kahve alsam, aklıma Mamak'ta engelli oğlu için çöp toplayan teyze geliyor...
Fatma Abla var bir de, eşi felçli olan, gençten biri, sırf laf söz olmasın diye kocası ayaktaymış, ona sahip cikiyormus gibi rol yapan ve korkusundan disari cikamayan, calisamayan ve perisan olan...
Tuketimin hat safhada oldugu, cinsellik, saglikli yasam, dogru cevre, daha şık yaşam, guvenlik gibi unsurlarin siddetle bireysel basariya endekslendigi su gunlerde belki aklimiza bir sey takilir diye hatirlatmak istedim...
Bu sayfaya olmuş mu ya dediğinizi duyar gibiyim, olsun belki aklimiza dunyada esitlik olmadigi, insanlarin çogunun godomanlar daha iyi beslensin diye calistigi, daha iyi beslenen godamanin tek basina binlerce kisinin rizkina goz koydugu, modern koleler oldugumuz gelir...
Haydi, bu yaz dizileri kivaminda, vicik vicik hale gelmis ikili iliskilerin ortasinda, bir soz de ben birakayim: yaprak doker bir yanimiz bir yanimiz bahar bahce... -
Herkes seni kendi seviyesine çekermiş azizim. Kendinden aşağıda olana eğilmek senin açından tevazu olsa da karşı taraf bakımından kibirli olmakmış. Boşuna dememiş İbn-i Haldun; tevazunun fazlası vasattan nasihata götürür diye. O yüzdendir ki, ilim olarak kendimizden daha iyi, daha seviyeli olana dikkati vermek, olmayana ise efendice kulağı tıkamak lazımmış.
-
“Tekrarı yoktur bazı şeylerin...
Hayat gibi,
Aşk gibi,
Ömür gibi...”[Edip CANSEVER]
-
Söz ağızdan çıkmadan evvel üç kapıdan geçmelidir: iyilik, lüzum ve nezaket.
Münir ÜstünVe biz kapatmışız üç kapıyı da. İyilik toprağa atamadığınız bir tohum, nezaket ise doğmamış bir bebek sizin için.
Anlatsanıza biraz insan düşünmeden, hissetmeden nasıl konuşur, nasıl kendini doyurmadan büyür ve büyürken yalnızca yaşlanır. Böyle görünmez ve sıradan olmak, herkes gibi olmak güzel mi gerçekten? Neden rengarenk boyamıyorsunuz kendinizi? Şiirden bir renk, müzikten bir renk, yemeklerden, bilimden, ilimden, sanattan ve güzel olan şeylerden bir fırça sürüp vurmuyorsunuz kendinize? Neden bir çöp kovasından farkınız yok, öylece duruyorsunuz? Neden bir kitaba ruhunuzla dokunmuyorsunuz, yoksa sayılarla ilgili bir probleminiz mi var? Yoksa tek amacınız kitaplıkta kitap biriktirmek mi, cüzdanlarınızda biriktirdikleriniz gibi. Evet evet sadece biriktiriyorsunuz ve paylaşmıyorsunuz kimseyle ve dahi kendinizle. Parayı, sevgiyi, merhameti, hoşgörüyü ve saygıyı ve diğerlerini saklıyorsunuz, sadece tüketip şişmanlıyorsunuz. Ve öleceksiniz yakında şişmanlıktan.
Dobralığı kabalıkla karıştırıyorsunuz çoğu zaman ve alay etmeyi espriyle. Bir şey söyleyeyim mi siz ne dobra ne de espritüelsiniz. Nezaketten payını alamamış kaba ve zorba kişilersiniz. Lütfen konuşmadan önce o üç kapının da ardına kadar açık olduğuna emin olun. Ve bırakın dudaklarınızdan çıkan kelimeler ve cümleler bir kapıdan girip diğerinden çıksın, ezilsin, erisin ve şekillensin.
Kapalıysa kapılar, hiçbir kilit açmıyorsa...
Susun o halde. -
Pir Sultan Abdal'ım içtim cür'adan
Okudum ağını bilmem karadan
Yeri göğü cüml'alemi Yaradan
Ayrılık derdinin dermanı nedir -
“Yağmuru sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun, rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun. İşte bundan korkuyorum çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.”
William Shakespeare -
Neyse ki yarın var..
Umutların en sevdiği gün.Sezai Karakoç
-
Her yara, yeni bir şey öğretir insana. Ayakta kalmasını öğrenmiş çocuklar için, kaybetmek büyük bir mesele değildir.
Burak Aksak
-
“Yorulduğumda, sıkılıp bunaldığımda, gücümün tükendiğini hissettiğimde ya da, bir an durup ağaçlara bakıyorum. Çok cevap var orada. Yalnız olmak var, sonra çiçek açmak, çoğalmak var, sonra tekrar solmak, yapayalnız kalmak var. Derin darbeler, derin yaralar almak var, yıkılmak var ya da savunmasızlara, kuşlara mesela, sığınak olmak var. Olduğun yerde kök salmak var, her şeye rağmen ayakta kalmak var, ait olduğun yerden koparılsan da, köklerinin oradan koparılamaması var. Toprakla, havayla, suyla kardeş olmak var. Kimseye zarar vermemenin o onurlu duruşu var.
Evet her şeyden önce, ağaçlarda bir duruş var. Duruşu olmak güzeldir.
Ağaçların duruşu vardır, dolayısıyla ağaçlar güzeldir.
Finali iyi bağlayamadım ama olsun, ağaçlar gerçekten güzeldir.”
Caner Yaman -
Bazen gökyüzünde siyah bulutlar olur; gökyüzü bu siyah bulutlar yüzünden değişmez. Ve bazen beyaz bulutlarda olur ve gökyüzü bu beyaz bulutlar yüzünden de değişmez. Bulutlar gelirler ve giderler gökyüzü baki kalır. Sen gökyüzüsün ve düşüncelerde bulutlardır. Eğer düşüncelerini titizlikle izlersen, eğer onları kaçırmazsan, eğer onlara doğrudan bakarsan ilk şey bunu anlamak olacaktır ve bu çok büyük bir anlayıştır. Bu senin aydınlanmanın başlangıcıdır. Artık sen uykuda değilsin, artık gelip giden bulutlarla özdeş değilsin, artık sonsuza dek baki kalacağını biliyorsun. Tüm kaygı yok olur.
Osho -
"Öptüm canım,” dedi telefondaki arkadaşım. “Görüşürüz,” dedim. Daha telefon elimdeyken, ‘canım’ kelimesini tekrar duydum. Bir an sanki arkadaşım beni konuşmaya geri çağırıyormuş gibi telefona baktım. “Nerdesin sen?” sorusuyla sesin karşı masadan geldiğini anladım. 'Canım'ı telefondaki arkadaşım bırakır bırakmaz karşı masadaki bayan almıştı. Pek bırakacağa da benzemiyordu, konuşması boyunca bu kelimenin farklı versiyonlarını (canım yaa, canımsın, canım benim) defalarca kullandı. Konuşmanın sonunda bulunduğumuz yeri tarif ederek, “Bekliyorum canım,” dedi. Telefonu kapattı. Yanındaki adam “Kim o?” diye sordu. O ana kadar mimikleriyle 'canlar gelin bir olalım’ sinyalleri yayan bayanın yüzü bir anda değişti. Önce dudakları bir memnuniyetsizlik ifadesi aldı, sonra eli 'salla’ anlamında bir hareket yaptı ve en sonunda ağzı açılarak o ana kadar kullandığı bütün 'canım'ları kovalayan o kelimeleri çıkardı: “Öfff yavşağın teki işte!” O kadar şaşırdım ki, ne yapacağımı bilemediğimden, bir an hala elimde duran telefona baktım. Tuş kilidini haber veren büyük anahtarı gördüm ekranda. Anahtar kaybolunca bayana baktım. Biraz önce telefonda canım bombardımanına tuttuğu insanın 'yavşaklığını’ anlatıyordu. Canım seviyesinden yavşaklığa ani bir düşüş yaşayan o insan birazdan aramıza katılacaktı. Ve sanırım bu 'yavşak’ insan, buraya ulaşır ulaşmaz tekrar 'canım’ olacaktı. Canım sıkıldı…
Telefonlardan dalga dalga yayılan sevgiye her yerde rastlıyoruz. O gün bulunduğum mekanda, farklı masalarda yapılan telefon görüşmelerinde 4 adet 'canım’, 2 adet 'aşkım’ ve 2 adet 'kuşum’ karşıdaki insanlara bir samimiyet tonlamasıyla gönderildi. Sadece İstanbul'daki bir kafede canlar, aşklar ve kuşlar havada uçuştuğuna göre, ülke genelinde korkunç bir sevgi sarfiyatı olmalıydı. Ben de az önce telefonda bir arkadaşımın 'can'ı olmuştum. Karşı masadaki Bayan Canım'ın, telefonu kapatır kapatmaz sevgiden tiksintiye düşen suratını görünce bir an şüpheye düştüm. Acaba ben de birilerinin canı, aşkı ya da kuşu olduktan hemen sonra, aynı kişilerin gerizekalısı, salağı, hatta yavşağı oluyor muydum? Konuşmasına 'kuş’ yerleştiren mekandaki başka bir bayan , telefonu kapatır kapatmaz yanındakine “Çattık,” deyince şüphelerim iyice kuvvetlendi…
İstanbul'da ilk yılımdı. Çok arkadaşım yoktu. Uzun zamandır İstanbul'da yaşayan bir iki arkadaşımın 'mutlaka görüşelim’ temennisini ciddiye alacak kadar yalnızdım. 'Mutlaka görüşelim'in diyaloglarda boşluk doldurmak için sarfedilen temennilerden biri olduğunu biliyordum. Yine de, yaşadığım yalnızlık yüzünden, bu temenninin sahiplerini ara sıra arayıp onlarla buluşmaya çalışıyordum. Bir cuma akşamı evde oturmaktan sıkılınca Taksim'e gitmiştim. Boş bir masa bulabilmek için uzun süre dolandım. Tek kişi olduğum için Nevizade'deki tüm garsonların canı çok sıkkındı. Bir iki tanesi beni kenarlarında insan olan masalara oturtarak yalnızlıktan kurtarmak istedi. Reddettim. Sonunda bir masa bulabildim. Çevremdeki masalarda oturanlar gibi yeryüzüne dik değil de yaklaşık 10 derecelik bir açıyla oturunca, garsonun bu masaya oturmam konusunda neden ısrar ettiğini anladım. 10 derecelik açıyla baktığım garsona bir bira söyledikten sonra, belimin yukarısına ters açı vererek dik oturuyormuş gibi yaptım. Belim ağrıyınca vazgeçtim. Gelen birayı hızla içtim. Sıkıntım geçmiyordu, açılı oturmaktan yorulmuştum. “Mutlaka görüşelim” diyen arkadaşlarımdan birini aradım. “Canım naber,” diye açtı telefonu. Konuştuk. Bir arkadaşıyla oturuyormuş. Sonra bir boşluk oldu. Sanırım o boşluğu doldurmak için “Gel istersen,” dedi. Hemen “Olur,” dedim. Bulundukları yeri tarif etti. Derhal “Tamam,” dedim. O aralar karşıdakinin telefonu kapatmasını beklemek gibi garip bir huy edinmiştim. Bekledim. Ağzı telefondan ayrılınca bulunduğu mekanın gürültüsü çoğaldı. İnsan sesleri ve mekanda çalan Yaşar'ın “Nasıl ki evlerin odaları varsa…” diyen sesi arasında, kısa bir an, bir ses daha duydum: “Yaaa…” Arkadaşımın sesiydi. Sonra tüm sesler kesildi. Telefon bir süre daha kulağımda kaldı. Şaşırmıştım, 'y’ harfinin yanı başında uzayan 'a’ sayısı durumu anlamam için yeterliydi. Yine de kafamda duyduğum sesi tamamladım: “Yaaa aman yaa!” Telefonu kulağımdan çektim. Sonra başka bir versiyonla sesi yine tamamladım: “Yaa öff yaa!” Sonuç değişmiyordu. Tamamı ne olursa olsun, duyduğum 'yaaa’ sesi, benim yanlarına gidecek olmamdan duyulan rahatsızlığın başlangıç sesiydi. Bir an ne yapacağımı bilemedim. 10 derecelik açıyla baktığım şu dünyada kendimi yalnız, itilmiş ve bedbaht hissettim. Açımı değiştirmeden hesabı istedim…
İnsanevladı, bazen sevdiği bir insanı bile görmek istemez. Normaldir. Ama bu durumun açığa çıkması pek açıklanabilir değildir. Beni istemeyen arkadaşımın çağırdığı yöne doğru yürüyordum, ama gidip gitmeyeceğimden emin değildim. Nevizade'deki canı sıkkın garsonların bazıları, boşalan masalar yüzünden sevecenleşerek beni yeryüzünde dik duran masalar çağırıyorlardı. Sevecen garsonların, Fatih Terim hakkında birbirine parmak sallayarak konuşan adamların, artık her söyleneni kahkahayla karşılayacak dozaja ermiş kadınların ve dünyaya yeni gelmiş gibi gözlerini kırpıştırarak sürekli beyaz şarap içen turistlerin yanından geçtim. Hala çağrıldığım yere doğru yürüyordum. Yürürken aklıma başka bir 'yaa'lı versiyon geldi: “Yaa bu da nerden çıktı yaa!” İki 'yaa’ arasındaki bütün kelimeler aleyhimeydi. 'Yaa'ların arasına sıkışmış bir adam olmak istemiyordum. Gitmeyecektim. Mekanda belirmeyecektim. Mekana girince bana doğru 'buradayız’ anlamında kalkan bir el görmek istemiyordum. “Naber canım” diyen bir ağzın iki yanındaki yanakları öpmek istemiyordum. Tuvalete gidince 'hakkımda konuşuyorlar mıdır’ diye düşünmek ve tuvalet dönüşünde 'geliyor sus’ anlamında hareket eden kaşlar görmek istemiyordum. Böyle iyiydi. Geri dönüp sevecen garsonlardan birine teslim oldum. Ve masamda dimdik oturdum.
O gün beni istemeyen arkadaşıma attığım mazeret bildiren mesajıma, “Ok. canım…” cevabını aldım. Telefonlarda 'canım’, hayatın geri kalanında 'yavşak’ olan adamınsa benim gibi işin iç yüzünü öğrenme şansı yoktu. Mekana geldiğinde kendisini “Naber canım,” diye karşılayan Bayan Canım'ın yanaklarını öptü. Stratejik yerlere 'canım’ serpiştirerek hararetle konuştular, 'yavşaklık’ ortadan toz olmuştu. Bir ara Bayan Canım'a bir telefon geldi. Telefonu bu sefer “Aşkım naber?” diye açtı. Aşkım, derken erotik bir dizaynla büzülen dudakları görülmeye değerdi. Telefonun ucundaki kişi, bu dudakları görse bambaşka hayallere dalabilirdi. Dalmışım. Bayan Canım'a bakmayı abarttığımı o da bana bakınca anladım. Rahatsız olmuştu. Kafamı derhal pencereye doğru çevirdim. “Pardon canım,” dedim içimden. “Çok pardon… Ben yavşağın tekiyim.”
Fırat BUDACI - “Kendimi Durduracak Değilim” -
@onuktekin
Günümüzü, günümüzün kaç yüzü olduğu belli olmayan insanlarını ne de güzel betimlemiş yazar. Yalnız kalmak, mecburiyet hâline geldi çoğumuz için. Yüzümüze gülen bir çift samimiyetsiz göz yerine, yalnızlığımızla baş başa kalmayı tercih ediyoruz. İnsanlar yerine; bizi hiçbir zaman yarı yolda bırakmayacak olan kitaplarla, kedilerle, kuşlarla dost olmayı yeğliyoruz.Bu manidar cümleleri de buraya bırakayım:
'İnsanlar; yaşama, başkalarının yaşamına, başkalarına gitgide daha saygısız oluyorlardı. Hoş, saygısız olmak da değildi bu; saygıyı hiç bilmemiş, hiç öğrenmemiş olmalarıydı. Bir güzellikle karşı karşıya geldiklerinde artık tanıyamamaları, içlerinde bir kıpırtı olsun duymamalarıydı. Ellerine, ayaklarına bile; kalabalık içerisinde yaşayan insanlar olarak, söz geçirememeleriydi; neredeyse, zaten ürkek kedileri ürkütmeyi kişiliğini kanıtlamak belleyen küçük çocuklardan daha başka, daha olgun bir davranışta bulunmadıklarını anlayamamalarıydı.'
-Bilge Karasu
-
...
Ve sizden geriye
Susturduğunuz şarkılar ile kirlettiğiniz fotoğraflar kaldı.
Dünya sizin olsun,
Düş ülkemizi kirli ayak izlerinizle
dolaşıp kirletmeyin yeter. -
“…YALAN, çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, hasretini çekip bir türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum! Cehenneme kadar yolu var yeraltının!..”
Dostoyevski
-
..."Seni ayın altında unuttular, günlerin
Eksik bıraktığını ay tamamlıyor şimdi
Uzak sessizliğin ki anı kadar siyah
Sözleriyle hicran kuyusuna kapattı beni:
Ay nice batsa da meğer insanlar kadar
Karanlıkta bırakmazmış kimseyi! Sen bütün
Geceyi topladın üstüne ve bir bir söndü
Masumluğun küçük fenerleri, yıldızlar
Bir kez aydınlatır çünkü gövdeyi, bir kez
Gölge düşmesin anıya, birbirimizden önce
Onlar terkeder bizi."Haydar Ergülen
...
-
@fiscaldrag yalnızlık alışınca daha zor oluyor. Bireysellik tahammül eşiğimiz de düşüyor. Bu sefer gerçek şeylerden de kaçmak için bahaneler buluyoruz. Çünkü sistem bize "cool ol" "duygularını belli etme çünkü zayıflık bu" "yüzeysel ol ilişkilerinde" "fırsatlar hep senin için değerlendir başkasını düşünme" diyor. Neyse işte amma da dertlenmişim ha :))
Şu iki şarkı geldi aklıma şimdi
https://youtu.be/cl4cLEToPfc
https://youtu.be/Mwx3RvDWvDM
Çok söylediysem affola -
"bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız?"
https://www.youtube.com/watch?v=5DTOEPi8XBk