Geceye bir söz bir şiir bırak :)
-
"Toprak su ile karışırsa balçık, kan ile karışırsa VATAN olur..." Allah şehitlerimize rahmet, gazilerimize acil şifa versin. AMİN..
-
Suskunluğum çığlıktır
Kahpe düzende ... -
Filistin,Trablusgarp,Yemen illeri
Hangisini kanım ile sulamadım
Gezdim cephe cephe bütün çölleri
Türk'e Türk'ten başka dost bulamadım -
@IS-LM
Delinse yer, çökse gök,yansa, kül olsa dört yan,
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.
Yıldırımdan, tipiden, kasırgadan yılmayan,
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz...Nihal ATSIZ
-
-
Vur Mehmedim! vur ki; bahtım uyansın.
Tekbir sadaları, arşa dayansın,
Sen ki; çelikleşmiş imansın,
Vur Mehmedim!
Hak için, Allah için, Mazlumlardan yükselen o 'Ah' için. -
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın..
Şeyh Edebalî
-
Vatan Ne Türkiyedir, Türklere Ne Türkistan, Vatan Büyük Ve Müebbet Bir Ülkedir Türklere Turan !
-
...
Yalnız bu kadar da değil,
Yarin hayâli gibi üstelikNazlıdır,
Usuldur,
İnce,
Bilgedir,
Biz ki, ustasıyız
Vatan sevmenin
Umut, saklımızda ölümsüz bayrak
Kırmızı-kırmızı
Dalga-dalgadır.Ahmed Arif
"Baktık ki omzumuzda kıldan keskin bir urgan
Türkiye ağır yüktür bilmeyen ne bilesi."Süleyman Çobanoğlu
...
-
"Benim oğlum yüzme bilmez ki." diyor, ayağındaki lastik çarığı yırtık bir ana, bilmiyor ki oğlu yüzme bilse dahi yerin binlerce metre altında...
Diğeri "geceleri kapımı kilitlemiyorum, Cemil gelirse zorlanmasın girsin." diyor, oysa haberi yok, Cemil'in kolu bir, bacağı başka bir kuyuda...
Bir başkasının Metin'i, bir spor salonunda, dayakla öldürülmüş, uyandırmaya kıyamadığı evladının yüzüne, cenaze odasında bakacak, yüreği yetmez diye kolunda iki ahbabı, tanıyamıyor, öyle dayak yemiş... "ooğy ben ölim lov" diyor, hesap soracağı kimse yok, oldurmayan çok...
Bir anne daha var, nişanlamış oğlunu, evi sıvasız ama umutları rengarenk, evinin önünde bir tabut, kuzusu, oğlu paramparça, tabutun ağırlığından belli...
Feri sönmüş, bilmiyor herkes gibi konuşmayı, "ŞEHİD anası ağlamaz" diyemiyor, içi kan ağlıyor, susuyor o yüzden, yüzünü saklıyor, çünkü anne olmak da çok görülüyor bazen, herkes fazla, herkes eksik geliyor evlâdı yok çünkü, canı gitmiş hem de yaban ellerde...Allahım ben isem de beni, bu gençlerin, bu hayatların, bu ana kuzularının, bu yavukluların hakkına girdiysem helâk et beni, canımı al, kahret beni!!
Devlet ola ki evladı anaya yar etmeye peeh!!
-
Seveceksin inadına !
-
Gelse bile kabul edilmeyecek bir beklemek bu.
-
Herkes kendini anlattı. Sıra gelse ben başımı alıp gidecektim.
-
Yürü bre yalan dünya ,
Sana konan göçer birgün . -
Düşüncene dikkat et ; yarının olur ,
Sözlerine dikkat et ; kaderin olur . -
...
Âkif, öbür duvar dibindeki yatağında yarı doğrulmuş, gecelerden beri yaptığı gibi, taş duvara bir mısra daha kazıyordu. Hasan Basri'yi ve Hasan Basri'leri rüyaları soğuktan kaçırmamak endişesi ile bir yanlarından öbür yanlarına döndürür, Âkif'i ise mısralar uyandırırdı. Hasan Basri'nin ve Hasan Basri'lerin kaçırmak istemedikleri rüyalar da belki aynı şeylerdi. Belki değil, muhakkak aynı şeylerdi ve Âkif işte o rüyaları mısralaştırırdı, mısralaştırmak için uyanırdı:Bir gün herkesin allak bullak olduğu, Tanrı'dan bile ümit kestiği bir gün, bir peygamber vecdi taşan bir sesle haykırmıştı: "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!"
Ve sonra bu iman uykularını da sarmış, onu çekip kendine almıştı. Taş duvarda her sabah bir veya birkaç mısra okurlardı artık: "Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!" veya "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!" veya "Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar/Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!"
Artık her sabah, yalnız oda arkadaşı Hasan Basri'ye değil, yalnız tekke sakinlerine, hattâ yalnız köhne Ankara'ya değil, bütün Türkiye'ye dirilten, dinçleştiren, yumruklaştıran ve kadere de, her çeşit alın yazısına da pençe salan Türk ve Müslüman nâralarla doğuyordu. Bu mısralar ağızdan ağıza, kulaktan kulağa bütün Türkiye'ye; yaralı aslanlar ülkesine yayılırdı. Türkiye bin bir yankılar dağı olmuştu.
Ama Âkif, sabahları bu mısraları silmek, kimseye göstermemek ister gibi görünürdü. Utanırdı sanki bunları yazdığı için. O, belki de bunları yazmak istemez, bunları aynı anda milyonlarca Türk'ün hep birlikte -aynı anda, evet- haykırmış olmasını, bütün dünyaya, kâinata ve gökyüzüne karşı, dev gibi ses büyütücülerinden haykırmış olmasını isterdi.
Tarık Buğra, Firavun İmanı.
İSTİKLÂL MARŞI
Marşları, onları yaratan hâdiseler yüceltir. Bizim İstiklâl Marşı’mız millî marşların en büyüğüdür; ölümsüzdür. Çünkü en büyük hâdisenin yazdırdığı marştır, iman ve azim ordularının bütün dünyaya, bütün kâinata bu iman ve bu azmin, ebedi yankılar bırakan okuyuşudur:
“Korkma… Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!..”
İman tazeleyen, inanç yaratan bu başlangıç mısraı, 1920 ve 1921’in gecelerinden doğmuştur: Her şeyin kötüye gittiği, bir tek ümit yıldızının bile ışımadığı gecelerden. Ve 12 Mart 1921’e, aynı ümitsizliğin gecelerine, o devler dev, meydan okuyuşla geldi:
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal.”
Bu mısraları Akif yazmamıştır diyesim gelir: O günleri ve bu mısraları, bütünüyle bu marşı içiçe düşündükçe, “ilham” ın bir “ilâhi tercih” haline geçtiğine ihtimal verir; “O zifir karanlığın ardındaki en cömert şafağın ilk müjdesi, mısralaşmış olarak en layık olan'a, en temiz, en mümin ve en yiğit Müslüman - Türk şairine verilmiş” derim.
Gerçekten de. İstiklâl Marşı'nın yazılış hikâyesi bu metafizik ihtimali destekleyecek şekildedir: Akif'in, o soğuk Tâceddin Dergâhı’ndaki hücresinde, gece yarıları, ruhunun derinliklerinde, adı konmamış ve hiçbir müzik için kullanılmamış âletlerin çaldığı nağmelerle uyanışları… Bu bambaşka âlemlerden gelen marşları çakısıyla, o taş duvarlara mısra'lar veya mısra eskizleri gibi kazıyışları... Bütün bunlar, ölüm kalım savaşımızı yürüten ilâhi mukadder'in yardımlarını düşündürmez mi? O dergâh, o hücre neden bir milliyet ve iman ziyaretgâhı olmamıştır? Bu olmayışa içiniz yanmaz mı?
İstiklâl Marşı'na bir “Şiir” gibi bakmak isteyen gaflet, milli tarih'den nasipsiz zavallıların kârıdır... Ama vebâli başkalarınındır; Türk eğitiminin sorumluluğunu taşımış ve taşımakta olanlarındır. Buna da yanmaz mısınız?
İstiklâl Marşı - tek başına - cildlerin konusu olmalıydı.. Yalnız bu marşın tahlili için - eğer bir parça tarih şuur ve perspektifi varsa - koskoca bir cild yazılmalıydı. Buna ve öteki cildlere yetecek malzeme hazırdır, işçilerini beklemektedir.
Böyle işçiler geciktiği içindir ki, yani İstiklal Marşı'nın bir ayrı destan olan yazılış hikâyesi ve yazılmış hali eğitimimizin ana konularından birisi yapılmadığı içindir ki, “yeni bir milli marş” kalleşliği ikide bir hortlar veya hortlatılır durur.
Nasıl hortlamasın ki, Türk eğitimi, “İstiklâl Marşı’nın, bir “Sakarya” , bir “30 Ağustos” , hatta bir “9 Eylül” veya “6 Ekim” gibi, tıpkı onlar gibi, eşsiz istiklal Savaşımızın, bütünlüğüne sımsıkı bağlı, bir “Unsur” u olduğunu kafalariyle ve gönülleri ile benimsemiş nesiller yetiştiremedi.
“İstiklâl Marşı marşların en büyüğüdür; ölümsüzdür... Çünkü milletler tarihindeki en büyük hadisenin yarattığı marştır. Eşsiz zaferimizi “İstiklâl Marşı’ndan, “İstiklâl Marşımızı eşsiz zaferimizden ayırmayalım. Büyük kurtuluşun şehit ve gazilerine layık nesiller yetiştirmenin bırakılamaz şartlarından birisi de budur. (1971, Tercüman)
Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı: Dil ve Edebiyat Üzerine Yazılar
-
Foto yüklemeyi dm'den izah etse bir arkadaşımız
-
Derdi veren, çözümünü unutur mu hiç ?
-
Sonunun felaket getireceğini bile bile yürümek istiyorum.
-