Kültür-Sanat / Bugün hangi kitaptan kaç sayfa okudunuz? Okuduğunuz kitaptan bir bölüm/anekdot paylaşır mısınız?
-
Bir edebiyatçı otuz yıl yazar, sonra bunca yıl neden yazdığını kendisi de bilmez. Ben edebiyatçı değilim. Olmak da istemiyorum. Ruhumun derinliklerini, ruhumun güzel anlatımını edebiyat pazarına sürmeyi de uygunsuz, çirkin bir heves sayıyorum. Ama üzülerek şunu da sezinliyorum, duyguları hiç anlatmadan, düşünceleri (belki en bayağılarını bile) söylemeden de olmayacak: Kişi yalnızca kendi için bile yazmış olsa, edebiyatın onun üzerinde ne kötü etkisi olduğunu görün işte... Düşünceler pek düşük bayağı bile olabilirler. Birinin değerli saydığı şey başkalarınca son derece değersiz sayılabilir de ondan. Ama bırakalım bütün bunları şimdi... Başlayalım artık. Dünyada bir işe,(ne çeşit olursa olsun başlamaktan akıllıca şey yoktur.
Delikanlı- Dostoyevski sf6
-
''İç dünyası zengin insan tamamen yalnızken, kendi düşünceleriyle ve hayalleriyle eşsiz bir eğlence bulur; öte yandan, ruhsuz biri sürekli dernekten derneğe, oyundan oyuna, yolculuktan yolculuğa ve şenlikten şenliğe koşsa bile, can sıkıntısından kurtulamaz.''
Schopenhauer/Yaşamın Bilgeliği Üzerine Aforizmalar
-
...
Her şey gizli. Benim bildiğimse:
Gizli bir hazineydi; görünmeyi, bilinmeyi sevdi.
Sıfırdan zamana, sonsuz ân'dan ânbeân'a,
nâ-mevcûddan vücûda, lâ-mekândan mekâna,
noktadan mükemmele,
kelimeden cümleye,
emirden vâkiye.Muhabbeti âşikar, kuvveyi fiil eyledi.
Ol, dedi.
Ol'uverdi.Kûn!
Bir kâf. Bir nûn.
Sonra sükûn.nazan bekiroğlu/lâ: sonsuzluk hecesi
-
Sevgili Dost,
Bir şehrin en güvenilir yeri sence neresidir? Şehrin neresinde kendimizi güvende hissedebilir, mızraklardan ve oklardan emin olabiliriz? Yalnız paltomuzu değil, zırhımızı ve sadağımızı da bırakacağımız kapı hangisidir? Hangi pencere açıldığında rüzgarı bizi üşütmez. Hangi merdiven çıkıldığında yormaz kalbimizi?
Sevgili Dost,
Bir şehrin en güvenilir yerinin hastaneler olduğunu söyledi bir doktor arkadaşım. “Çünkü savaşta bile hastaneler bombalanmaz. (Savaştan savaşa değişir yeni şahit olduk…) İçinde beyaz önlüklü insanlar dolaşır; gözlerin perdelerini çeker, kalplerin tıkanıklığını açarlar. Siz yüzlerinin asıklığına aldırmayın, ‘altın gibi’ kalpleri vardır.” dedi. Bende ona bir hikaye anlattım:
“Adamın biri gidip, son zamanlarda gözlerinin dışarı fırladığını ve kulaklarını da devamlı uğuldadığını söyleyerek doktordan yardım istemiş. Doktor adamı muayene ettikten sonra ciddi bir eda ile başını sallayıp, bademciklerinin alınması gerektiğini söylemiş. Adam bademciklerini aldırmış; fakat bunun bir faydası olmayınca başka bir doktora gitmiş. Bu doktor ise adama bütün dişlerini çektirmesini söylemiş. Adam bütün dişlerini çektirmiş ama ne gözlerinin patlaklığı geçmiş ne de kulaklarının uğultusu dinmiş. Bunun üzerinde adam üçüncü bir doktora görünmeye karar vermiş. Bu doktorlar 6 aylık ömrü kaldığının söyleyince adam çok üzülmüş. ‘Madem ki yakında öleceğim, bari o vakte kadar krallar gibi yaşamalıyım,’ demiş. Gıcır gıcır son model bir araba almış, üniformalı bir şoför tutmuş, şehrin en iyi otelindeki bir daireye yerleşmiş, en lüks terziye yirmi takım elbise diktirmiş.Hatta gömleklerini bile bir gömlekçiye sipariş etmiş. Gömlekçi, ‘Kol 16, yaka 34’ diye ölçülerini alırken, adam, ‘Yaka 33′ diye düzeltmiş. Gömlekçi tekrar ölçüp ’34’ diye ısrar edince adam: ‘Ama ben hep 33 yaka giyerim’ demiş, Bunun üzerinde gömlekçi omuz silkip: ‘Siz bilirsiniz, ama ben sizi uyarıyorum 33 yaka giymekte devam ederseniz, gözleriniz patlar, kulaklarınız da uğuldar,’ demiş.”
-
@olursaolur güzelmiş:) hangi kitaptan okuyorsunuz onu da paylaşır mısınız?
-
@hayatım-sınav Posta Kutusundaki Mızıka :Ali Ural
-
@hayatım-sınav sevgili dost!
bu sabah kuş sesleriyle uyandım. ne güzel değil mi? hayır, güzel değil! açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi.
kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? acaba 'insan' denince hatırlanıyor muyuz?"
Bu da kitabın kapağında yazan hikaye -
@golden-ratio İnceledim de bi dostta hediye edilebilir güzel kitaplardan. Çok teşekkür ederim. Benim hoşuma giden kısım şu oldu:
Sevgili Dost,
Bildiği şehirlerden bilmediği şehirlere, bildiği yüzlerden bilmediği yüzlere sığınmayı aklından geçirmemiş kaç insan vardır? -
...
Çok ilerisini görür gibi oluyorum, alınterinin evrensel ısısını duydukça. Belki de sadece 'emek', kavrulmadan çıkabilecektir yarına. İçimdeki insanî gerilimi dimdik ayakta tutmaya çalışıyorum; alınteri, emek besliyor bu gerilimi. İnsanı da, onun tüm edimlerini de bu denektaşıyla algılamaya çalışmalıyız. İnsan için tek korunak, kendi emeği olabilecektir Büyük Sorgu Günü'nde. Dışımızdaki tüm güçler korunağımızı yıkmak için uğraşsa da, insan, gene de yaratılışındaki olağanüstü bilgelikle korumasını bilecektir korunağını: Tek değerin emek olduğunu yani, birgün mutlaka.
Nuri Pakdil/Bir Yazarın Notları
-
“Sen sokağımızdan ayrıldığında, henüz çocuktun. Doğrusu yokluğunu pek derinden hissetmiştim senin. Sonra ben, daha dikkatle yaşamaya devam ettim. Bir bakıma ikimiz için yaşayayım istiyordum. İstiyordum ki seyircisi olduğum her şeyden senin hissen kadarını da göreyim, ayırayım ve yolumuzun birleştiği bir noktada sana aktarayım. Bu hisle, bu zengin temâşâda Allah şahit hiç bir şeyi kaçırmamaya çalıştım. Bir çiğ taneciği üzerinde oluşan dünya, saatlerimi aldı. Bu taptaze izlenimleri zihnimde en el değmemiş yerlere özenle yerleştirdim.”
O konuştukça, gözümde geçmiş otuz yılın bana verdikleri fakirleşiyordu. Zihnim ister istemez geçmişin muhasebesine kayıyor, toplam çizgisi altındaki rakamların pek bir değer taşımadığını üzülerek görü- yordum. Ne yapmıştım ben? Yaşamamdan maksat bir lisan öğrenmek, bir meslekte söz sahibi olmak mıydı? Yaradılışın ve yaradılışımın sırrı bu kadar mahdut olabilir miydi? Tabiatın kucağında yaşanması gereken hayat böyle mi sarf edilmeliydi? Beni tutup sürükleyen rüzgâr neydi?
Hiç bir şey değişmemiş olmalıydı diye düşünüyordum. Ama değişme mukadderdi. Zihnim değişme üzerinde ısrarla durdu.
Bahaeddin Özkişi, Sokakta
-
...
Akşam, pek çok insan için günün en güzel zamanı. Öyleyse, bu kadar çok dönüp ardıma bakmamam, daha olumlu bir görüş açısı benimsemem ve günümden arda kalanları en iyi biçimde değerlendirmeye çalışmam gerektiği öğüdünde de gerçek payı vardır belki. Yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki? Şu, acı bir gerçek: Gerek sizin, gerekse benim gibilerin, yazgımızı, dünya dediğimiz bu tekerleğin göbeğinde yer alan ve bizim hizmetlerimizden yararlanan o büyük beyefendilerin ellerine bırakmaktan başka pek bir seçeneğimiz yok. Yaşamınızın akışını denetim altına alabilmek için ne yapabilirdiniz, ne yapamazdınız, bunları düşünerek kendinizi yiyip bitirmenin ne anlamı var? Bizim gibilerin, hiç değilse doğru ve değerli bir şeye ufak da olsa katkıda bulunmaya çalışmamız yeterli olacaktır kuşkusuz. Kimilerimiz, böylesi yüce amaçlar uğruna yaşamda pek çok şeyi feda etmeye hazırsa, sonuç ne olursa olsun, bu çaba kendi başına bir gurur ve memnuniyet kaynağı olmalıdır.
Kazuo Ishiguro/ Günden Kalanlar
-
@fiscaldrag okunacaklar listeme ekledim.
-
Adam Smith “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında, modern toplumların büyüleyici üretkenliğiyle ilkel toplayıcı ve avlayıcı toplumların kısır kaynaklarını karşılaştırır. Smith’e göre ilkel toplumlar fakirlik içinde yaşamaktaydı. Hasattan yeterince ürün alınmıyor, temel besin maddelerinde hep bir kıtlık yaşanıyor, kriz zamanlarında çocuklar, yaşlılar ve fakir insanlar “vahşi canavarların” ellerine terk ediliyordu.
Oysa modern toplumlarda yenilikçi üretim modelleri ve Smith’in deyişiyle “işgücünün eşit pay edilmesi” sayesinde ürünler bütün toplum üyeleri tarafından paylaşılabiliyordu. Öyleyse tutup da başka yaşamlar peşinde koşanlar yalnızca romantikler ve cahillerdi: “Modern toplumlarda bir işçinin, en fakir kesimden bile olsa tutumlu olduğu ve verimli çalıştığı takdirde yaşamın olanaklarından ve gereklerinden aldığı pay, ilkel toplumlarda yaşayan yabanıl bir işçiye göre çok daha büyük olacaktır.”
Ancak Smith’ten yirmi iki yıl önce, topluma karşı atılan çığlığa benzer bir ses tam tersi yönde üretmişti savını. Bu ses, yabanıl işçiden yanaydı. Jean-Jacques Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” adlı eserinde, acaba, diye soruyordu, herkesin düşünmeye alıştığının tam tersi olmasın? İlkel ve yabani işçiyle modern işçiyi karşılaştıracak olursak yabanıl işçi daha zengin olmasın sakın?
Rousseau’nun savı zenginlikle ilgili bir teze dayanıyordu: Zenginlik, illaki çok şeye sahip olmak anlamına gelmiyordu aslında. Zenginlik, sahip olmak istediğimiz şeylere sahip olmak demekti. Varlıklı olmak mutlak bir kavram değildi, arzuya bağlıydı ve göreceliydi. Paramızın yetmediği bir şeyi arzuladığımızda fakirleşiyorduk, kaynaklarımız her ne olursa olsun. Ve elimizdekilerle yetinebiliyorsak eğer zengindik aslında, sahip olduklarımız ne kadar az olursa olsun.
Rousseau’ya göre insanları zengin etmenin iki yolu vardı: Onlara daha çok para vermek ya da arzularını sınırlandırmak. Modern toplumlar ilk bakışta ilk seçeneği gerçekleştirmiş gibi görünüyordu; ancak bireylerin iştahını sürekli tetikleyerek başarılarını yetersiz kılmışlardı. Kendini zengin ve varlıklı hissetmenin en etkili yolu daha çok para kazanmaya çalışmak değildi belki. Bizimle eşit şartlarda yaşıyormuş gibi görünen ama zaman içinde bize göre daha zengin olan insanlarla aramıza pratik ve duygusal olarak mesafe koyabilmekti. Enerjimizi, daha büyük balıklar haline gelmeye çalışmak yerine, etrafımıza daha küçük yoldaşlar toplamaya yoğunlaştırabilirdik. Yan yana geldiğimizde kendi boyumuzun bize iç sıkıntısı yaratmayacağı arkadaşlar edinmeliydik.
Modern dünyada, geçmişe göre gelirimiz daha fazlaymış gibi görünebilir; ancak modernitenin getirdiği zenginlik yalnızca görünüştedir. Aslında artık daha fakiriz; çünkü beklentilerimiz fena halde tetiklenmiş, paramızın yettiğiyle elde edebildiklerimiz arasında derin bir uçurum oluşmuştur. Olduğumuzla “aslında olabileceğimiz” kişi arasında dağlar kadar fark vardır artık.
Modern toplumlar, yabanıl bir insana göre çok daha güçlü bir mahrumiyet hissiyle baş başa bırakır bizi. Rousseau’nun savı da şöyle devam eder: “İlkel ve yabanıl işçi en azından başını sokacak bir yuvası varsa, yiyecek birkaç elma ya da fındık bulabiliyorsa, akşamlarını ilkel bir enstrümanla müzik yaparak ya da keskin taşlarla bir balıkçı kanosu yontarak geçirebiliyorsa bu dünyada hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünebilirdi pekala.”
Beklentilerimiz azla yetinmek yönündeyse eğer, azla yetinebiliriz. Ve eğer beklentilerimizin yüksek olması gerektiği öğretiliyorsa bize, çok kazandığımızda bile kendimizi fakir ve sefil hissederiz.
Atalarımızın sahip olduğundan çok daha fazlasına sahip olabileceğimiz beklentisinin ağır bir bedeli olmuştur: Olabileceğimizle o anda olduğumuz arasındaki aşılamaz mesafenin doğurduğu sonu gelmez bir endişe yakamızı bırakmaz olmuştur artık.
Alain de Botton-Statü Endişesi
-
“İmanlı bir kişi bir yerde altın bir put bulsa, onu puta tapanlar alsın diye bırakır gider mi? Onu alır ateşe atar eritir, onun eğreti olan putluk şeklini değiştirir. Böylece de altındaki putluk şekli kalmaz. Çünkü şekil ve sûret, manayı arayanlara engel olur ve yollarını vurur. O putun altını, Allah’ın ihsanı olan bir madendir. Altının put şekline sokulması eğretidir. Onun aslını, altınlığını değiştirmez.
Sen şekilde surette kalırsan, puta tapıyorsun demektir.
Her şeyin suretini bırak, manasına bak.”
Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddin, Mesnevi I/184 (Şefik Can Mesnevi Serhi) -
Bir nahivci yani gramerci ile gemici hikâyesi
Bir nahiv alimi bir gemiye binmişti. O kendini pek beğenmiş olan nahivci,
yüzünü gemiciye döndürdü.
Dedi ki: "Sen hayatında hiç nahiv okudun mu?" Gemici; "Hayır." deyince;
"Senin ömrünün yarısı hiçe gitmiş." dedi.
Gemicinin bu sözden gönlü kırıldı, öfkelendi; ama hemen cevab vermedi,
sustu. Derken, bir rüzgâr çıktı, gemiyi bir girdaba sürükledi. O zaman, gemici,
nahiv alimine yüksek sesle seslendi:
"Ey hoca, söyle bakalım, sen yüzme bilir misin?" diye sordu. Nahivci;
"Ey hoş sözlü ve güzel yüzlü gemici, bilmem." deyince,Gemici; "Ey nahivci!" dedi. "Senin bütün ömrün hiçe gitti, çünkü gemi bu girdabda batacaktır."Şunu iyi bil ki burada, mahvolmayı bilmek gerek, nahiv bilmek işe yaramaz.Denizin suyu, ölüyü başında taşır, diri olan denizin elinden nasıl kurtulur? Sen de, eğer beşeriyet sıfatlarından, kötü huylarından ölüp kurtulursan Hakk'ın sırlar denizi, seni başının üstünde gezdirir.
Ey benliğe, gurura kapılarak herkese eşek diyen kişi! Şimdi sen de eşek gibi buz üstünde kalmış, ileri geri adım atamayacak bir hale gelmişsin. İstersen sen, dünyada zamanın en büyük bir bilgini, her şeyin bileni ol.Şimdi şu dünyanın fanîliğini ve zamanın da geçip gittiğini gör.
Size Hakk'ta mahvolma, yok olma yolunu öğretmek için söz arasına nahivcinin hikâyesini de kattık.Ey aziz dost, fıkhın fıkhını, nahvin nahvini ve sarfın sarfını, ancak yoklukta, yok olmada bulabilirsin.Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddin, Mesnevi I/183 (Şefik Can Mesnevi Serhi)
-
Ey insanlar! İnatçı ve kindar bir dönemde bulunmaktayız. Bu dönemde iyi ve temiz insan kötü sayılmakta, zalim zulmünü giderek arttırmaktadır.
Bildiklerimizden faydalanamıyoruz, bilmediklerimizi sormuyoruz, her yeri kuşatan ezici musibetlerden başımıza gelmedikçe korkmuyoruz.
bilinmelidir ki, İnsanlar dört kısımdır!
Bir kısmı kendisi güçsüz düşmedikçe, kılıcı körelmedikçe ve eli bomboş kalmadıkça yeryüzündeki kötülüklere karşı durmaz.
-Bir kısmı da, kılıcını çekmiş, kötülük ateşini alevlendirmiş, atlılarını ve yayalarını seferber etmiştir, halkın servetini yağmalamak, ordulara hükmetmek ve minbere çıkmak için kendisini satmış ve imanını kaybetmiştir.
Aşağılık dünyayı kendi kendinin değerinde görmen ve onu Allah katında sahip olduğun şey karşılığında alman ne kötü bir tutkudur.Öteki kısım, din ameliyle dünyayı talep eder, dünya ameliyle dini istemez. Kendini sakin ve vakarlı gösterir, adımlarını yavaş ve birbirine yakın atar, cübbesinin eteğini takvayla toplar, kendisini doğru iş yapanlardan gösterir, Allah'ın kusurları örtüşünü günah işlemeye ve kötü işler yapmaya vesile kılar.(Tevhid hırkasının altında put saklar,gizlice içki içer.)
Dördüncüsü ise, kendi acizliği yüzünden güç elde edememiş olan kimsedir. Zavallılığı yüzünden zavallılığa alınmıştır, buna rağmen kendini kanaatkarlık görüntüsüyle bezer, zahitlik giysisiyle süslenir, oysa ne evde ne dışarıda ne kendi içinde ne de hayatta bu işin adamıdır.
Bu dönemde geriye kalan erlerse, dönecekleri yeri anarak gözlerini yumar ve mahşer korkusuyla gözyaşı dökerler. Bunlar toplum sahnesinden sürülmüş olanlardır. Kaygılı, kimsesiz, ağzı kilitli, suskun ve temiz davetçilerdir, yaslı ve acılıdırlar, dehşet ve katliam çağında takıyeyle kaybolmuşlardır, unutulup gitmişlerdir, zillet ve zavallılık onları kuşatmıştır.
Elem ve acı denizinde boğulur. Ağızları kapalı, gönülleri yaralıdır; öğüt vermekten bitkin düştüler, halkı bilinçlendirme uğrunda yoruldular, bitkindirler, yenildikçe azaldılar, öldürüldüler, sayıca azaldılar.Öyleyse böylesi bir dünya sizlere deri tabaklayıcılarının boyamasını çıkardıkları ağaç posasından ve makaslanıp yere düşen yünden daha değersiz gelmelidir.
Gelecek kuşaklar sizin yaşadıklarınızdan ibret almadan, sizler daha öncekilerden ibret alın.
Bu yapışıp bırakmadığınız değersiz hayatı bırakın, özgürleşin zira o son derece değersiz ve kötüdür.
Nitekim o, sizden önce kendisine gönül bağlayıp aşk duyan dünya perestleri terk etti!Nehcü'l Belaga-32. Hutbe
-
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu/ Stefan Zweig
Sadece seninle konuşmak istiyorum.
İlk defa her şeyi sana söyleyeceğim. Bütün
hayatımı bilmelisin, her zaman senin olan
ama senin asla bilmediğin hayatımı... Fakat sırrımı ben öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda olmadığında, uzuvlarımı ateşle sarsmakta olan şey gerçekten nihayete erdiğinde öğrenmelisin. Eğer yaşamaya devam etmek zorunda kalırsam, bu mektubu yırtacağım ve her zaman sustuğum gibi susmaya devam edeceğim. Mektup ellerindeyse şayet, artık ölmüş olan bir kadının sana, ilk dakikasından son nefesine kadar hayatını anlattığını bil. Sözlerim seni korkutmasın; ölü bir kadın artık hiçbir şey istemez, ne aşk ne merhamet ne de teselli. Senden sadece bir tek şey istiyorum: Burada sana sığınmakta olan acımın söylemiş oldüğü her şeye inanman. Söylediğim her şeye inan, senden sadece bunu istiyorum. Hiç kimse biricik yavrusunun ölüm saatinde yalan söylemez -
...
Kim bilir kaç aydır yollardayım?
Kim bilir kaç gecedir kırık bir mızrabın döşüne döşüne vurduğu gizli bir telin feryadındayım?
Kim bilir kimlerin intizarında, hangi kelimenin korku ile titrediği âh-ı zarındayım?
Kaç mevsim geçti tellerine yıldızlar dökülen saçlarımın üzerinden? Kaç ırmak boyunda geçmiş kirlerimi yıkadım da hâlâ mücrim kokum genzimi yakar oldu.
Takvimlerle işim yok; hangi aydayız, kaç yıl oldu diye tırnağımla derime çetele tutayım. An değil, asır değil; zamana sığmayan yolculuklardayım...Aşkın Gözyaşları-Yunus Emre-/Sinan Yağmur
-
Öğretmenin sana vermese bile piyanoda daha çok hoşuna giden şeyleri çal. En çok yapmayı sevdiğin şeylerden öğrenirsin, öyle ki zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmezsin. Sıklıkla işlerime öylesine gömülüyorum ki öğle yemeği yemeyi bile unutuyorum.
(On bir yaşındaki Hans Albert'a, 4 Kasım 1915)
ALBERT EINSTEIN, BENİM SÖZLERİMLE DÜNYA -
...
Ormanın derinliklerinde yürümekte olan bir avcı ağaçlardan biri üzerinde bir levha görmüş. Levhanın üzerinde şu sözler yazılıymış: Taş Yemek Yasaktır . Bu alışılmadık uyarı karşısında avcı meraka kapılmış. Levhanın asılı olduğu ağacın önündeki ayak izlerini takip etmeye başlamış ve izlediği yol onu bir mağaraya götürmüş. Mağaranın ağzında bir derviş oturmaktaymış ve avcı yeterince yaklaştığında konuşmaya başlamış:*“Zihnine takılan soruyu biliyorum. Şimdiye kadar taşları yemeyi yasaklayan bir uyarı levhası hiç görmedin, çünkü insanların taş yemeye zaten ihtiyaçları yok. İnsanları zaten yapmaya eğilimleri olmayan bir konuda uyarmak niye ? İnsanlar arasında taş yeme adeti yoktur, onlara yapmayacakları şeyi yapma demenin ne anlamı var ?
Ancak şuna dikkat et: İnsanlar arasında adet haline gelmiş öyle davranışlar, öyle alışkanlıklar vardır ki, bunlar insan için tıpkı taş yemek gibidir. Eğer zararı bakımından düşünürsen taş yemekten daha çok zarar veren işlerdir bunlar. Bunlar taş yemek kadar budalaca, insanın öz niteliklerine yabancı tutum ve davranışlardır. Eğer insanlar acınacak haldeyse, insanlar arasında zulüm, haksızlık, merhametsizlik, yozlaşma ve ihanet hüküm sürüyorsa bunun sebebi insanların sanki taş yermişçesine yedikleri bunca nesneden, taş yemeye mümasil ( benzeyen) tavırlardan doğmaktadır.
Senin levhayı gördüğün yerde bir pınar olmuş olsaydı ve ben oraya Su Zehirlidir yazmış olsaydım sen bunu manalı bir söz sayacak, yerinde bir uyarı kabul edecektin. Büyük bir ihtimalle de benim ayak izlerimi takip edip buraya gelmeyecektin. Çünkü yasaklanan şey aklına uygun gelecekti. Gerçekte suyun zehirli olduğunu yazan insanın emrine uymuş olacaktın. Kendi aklına uyduğunu sanarak benim keyfime uygun davranmış olacaktın. Ama orada taş yemeyi yasaklayan bir levha gördün ve acaba bunun hikmeti nedir diye kendine bir yol açtın. Ben de sana insanların gerçekte yaptıkları birçok işte taş yemeye benzer davranışlar gösterdiğini ve aslına bakılırsa taş yediklerini söyledim. Eğer söylediklerimi anladıysan aramızda hakikatin bir parçası tecelli etti.
İşte Allah’ın insanlar için gönderdiği emir ve nehiyler (yasaklar) böyledir. İnsan ancak bu emir ve nehiylerle hakikatin nasıl tecelli edebileceğini öğrenebilir. Eğer Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylerle ilk karşılaşan insan bunu tabii karşılarsa, aklına uygun bulursa bu emir ve nehiylerden hiçbir şey öğrenemez. Ama bazı izleri takip edip bu emir ve nehiylerin nelere tekabül ettiğini öğrenebilirse hakikate varabilir.
İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o “şey” olur. O şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”*
İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak