Sevgili yüklük,
Raflarına aldanışlar bırakıyorum, ağırlığını kaldıramadığım fark edişler. İnsan, zamanın sırtına yükledikleriyle toprağa yaklaşıyormuş meğer. Sanki her yeni adımıyla beraber, biraz daha aşağı iniyor/batıyormuş, yeryüzünün merkezine doğru. Bulutsu hayalleri ufalanıyor, kalbi kararıyormuş gerçeklerle. Gökyüzü uzaklaşıyormuş günbegün.
Bir insanı sevmek, sallantıda olan bir dünyada, bir umut edinmek demekmiş aslında. Sarılmak, o sarsıntıya beraber karşı koymakmış. Öyle anlarda düşmek de bir, kalkmak da. Sevince çocuklaşıyormuş insan, olmadık özellikler yakıştıyormuş muhatabına, hani babalar hiç ağlamaz, anneler hep affeder, öyle işte. İnsan birini sevince, gitmez diyormuş, bitmez, bırakmaz.
Yüklük, bu defa farklı olacak diye başladığımız her şeyin nihayeti, aynı heves kırıklığıymış. O umudu yitirmekmiş.
Biliyorum, dağılmış bir vazonun parçaları gibi, ne kadar toparlasak da kendimizi, yine kırıldığımız yerden kırılacağız, hiçbir tutkal fayda etmeyecek. Toz pembe iyimserliğin kumdan kaleleri, ilk rüzgarda ya da ilk dalgada yıkılacak. Kalıntıların başını beklemek, yine bize düşecek. Onarmaya, telafi etmeye çalıştıkça, göçüğün altındaki yerimiz sağlamlaşacak.
Yüklük, yaşanmışlıklar öyle ki, çok sevdiğin hatta çok evvelden aşinası olduğunu sandığın yüz, değişiveriyor ansızın, yabancılaşıyor. Gözleri bir başka bakıyor, dudakları bir başka söylüyor. Kıyılar, uçurumlaşıyor. Oysa ki aynı yüz, aynı gözler, aynı dudaklar. Ama o yakınlık yok artık, o sıcaklık yok. Elleri buz, kalbi uzak. O kadar ki, yeniden tanışmak icap ediyor. Hiç tanımamışsın meğer, hep aldanmış, hep yanılmışsın.
Sevince bir suret giydirirmişsin bilmeden; bütün güzellikler, bütün iyilikler onda var, onunla var zannedermişsin. Sonra bir an, bir söz, bir bakış, bir susuş. Çıt. Hayali bir çerçeve yere düşer, kırılırmış orta yerinden. Yüklük, bir fotoğraf karesi kalırmış geriye, kimsenin kimseyi tanımadığı bir tesadüf.
Rasih Aslantürk